31 Ocak 2012 Salı

Umut...


Agos Gazetesinin internet sitesinden alınmıştır...

Bense blog arkadaşım aylaklıkiyidir'den nemalanıyorum, teşekkürü borç bilerek... :D


30 Ocak 2012 Pazartesi

Canım Kardeşim...


Her yönetmenin bir yakışıklı oyuncusunun olduğu Yeşilçam Jönler Çağı'nda dünya çapında bir film...

Gariptir ki bana göre Türk Sineması'nın açık ara en duygusal filmi olmasına rağmen Tarık Akan'ın demesiyle film gişede büyük bir hüsran yaşamıştır... Yani film, döneminde Türkiye çapında bir film olamamıştır. Yönetmen Ertem Eğilmez, Tarık Akan'a "bu film tutmaz" demiş ve haklı çıkmıştır ancak biz de zaman filme hakettiği değeri vermiş desek pek de yanılmayız.

Halit Akçatepe, Tarık Akan, Kahraman Kıral ve dönemin "Eğilmez" oyuncularının döktürdüğü bir filmdir ki çocuk oyuncu Kahraman Kıral benzer bir performansı da Hülya Koçyiğit'in devleştiği "Gelin" filminde sergilemiştir.  Kıral'ın küçük yaşta öldüğüne dair bir mit oluşsa da (tahtaya vurun) mobilyacılık yaparak hayatını idame ettirmektedir.  Demeden edemeyeceğim Gelin filminde kurbanlık koçun üzerindeyken elindeki yemleri koça yedirdiği sahne benim unutulmazlarımdandır.

Cahit Berkay'la birlikte bir dönemin film müziklerine damgasını vuran Cahit Oben'in tınıları da bam teliniz kopmuşçasına bir hisse neden olur, ağlarsınız...

Hazır cevaplıkta mı yoksa senaristlikte mi daha iyi olduğunu bilemediğim Sadık Şendil de külliyatının en sağlam eserini yazmıştır... Doğumumdan 3 gün sonra ölmüş olması da beni üzmüştür ki çok ağladım o günler çok :P

War Horse...


Seabiscuit'in izleyenler üzerinde bıraktığı etkiyi War Horse kaldığı yerden devam ettiriyor.

Keşke diyorsunuz, keşke Türk Sinemasında da  artık bunlardan yapılsa... 

Duygu sineması ile ajitasyon sinemasının ayrıldığı nokta samimiyet ise, buna bir de doğru yöntem eklenince tadından yenmiyor işte. En iyi oyuncu Oscar'ı bu ata verilmeli derken buluyorsunuz kendinizi. Sonra filmin nasıl çekildiğini irdeleyince dibiniz düşüyor ki ben hala toparlayabilmiş değilim.

Çok da ayrıntı vermemek için kısa kesmeye yüz tutuyor dilim uzatmaları oynatma sevdalısı bir garip erdost olarak, sadece başlangıç bölümünden bir replik yazıp da kaçayım istiyorum;

Ted: -Tanrı'nın herkese makul ölçüde kötü şans verdiğine inanırdım. Artık öyle hissetmiyorum. Payıma düşenden fazlasını çektim. Birgün Beni sevmekten vazgeçeceksin Rose ve o zaman seni suçlamayacağım. 

Rose: -Senden daha çok nefret edebilirim ama daha az sevemem...

Yazılması gereken diğer replikleri de gönüllerinize sizin yazmanızı diliyorum :D

Unutmadan, küçükken "Kujo" filmindeki köpeğin de insanları gerçekten yediğini düşünürdüm. Başka türlü açıklayamıyordum olan biteni, o kadar da büyümemişim anlaşılan...

27 Ocak 2012 Cuma

BERNARD SHAW...

Oscar Wilde'nin "hayatta hiç düşmanı yoktur ve dostlarının hiçbiri de onu sevmez" diyerek sadeleştirdiği bir aşmış...
   

Aforizmik yaklaşımlarıyla insanı derinden etkileyen filozof tiyatro yazarı sıfatı yanı sıra müzik ve sanat eleştirmeni, siyaset düşünürü gibi birçok vasfı da vardır. Yüzünüzde gülümseme belirttiren gerçek ya da kurgu anıları, tokat yemişe döndüren aforizmalarıyla insanda hayranlık uyandırır. İçerisinde yer aldığı Fabianizm Derneği üst bir bakış getirmek uğruna tabandan uzaklaşmışsa da Bernard Shaw, zaman zaman onlara fıkra olarak dahi ulaşmayı becerebilmiş bir insandır. Hazır cevaplığıyla ünlü olmasının yanında zekâ parıltısı içeren bu cevaplarına kontralar yediği de bilinmektedir. birkaç kesit için;


Bernard Shaw, Pygmalion oyununun galası için Winston Churchill’e bir davetiye gönderir ve klasik İrlandalı alaycılığı ile şu notu da ekler:
-"Davetiye iki kişiliktir. Bir dostunuzu da getirin, eğer varsa…"
Churchill bunun üzerine yıldızının hiç barışmadığı ama görüşmekten de kendini alıkoyamadığı Bernard Shaw’a şu notu gönderir:
-"Galaya değil ama ikinci oyuna gelirim, tabii sahnelenirse…"
    


''Kandida'' isimli tiyatrosunda oynayan sanatçı Cornalia Otis Skinner'le konuşmaktadır:
Shaw: kusursuz... Büyükler büyüğü…
Skinner: milyonlarca teşekkür, ama böyle bir iltifata değmez.
Shaw: eserden söz etmiştim.
Skinner: ben de..."


Shaw ve soylu bir hanımefendi arasında gecen ilginç bir diyalog:
- Hanımefendi bin sterline benimle yatar mısınız?
- Önerinizi düşüneceğim.
- Pekiii bir sterline benimle yatar mısınız?
- Siz beni ne sanıyorsunuz???
- Madam, sizin ne olduğunuz zaten saptanmış durumda. İş pazarlığa kaldı."


"Londra’da bir resital sonrası yaşlı, zengin bir madamla arasında şöyle bir diyalog geçer;
- Nasıl buldunuz Mr. Shaw?
- Bana Victor Hugo’yu hatırlattı.
- İyi ama Victor Hugo keman çalmazdı ki!!!
- Bu da çalmıyor..."


  • Akıllı adam aklini kullanır, daha akıllı adam, başkalarının aklini da kullanır.
  • Sessizliğe inananlardan yanayım; bu konuda saatlerce konuşabilirim.
  • Yirmisinde komünist olmayanın kalbi, kırkında hala komünist olanın aklı yoktur.
  • Yaşlandığımız için oyun oynamayı bırakmayız, oyun oynamayı bıraktığımız için yaşlanırız.
  • Siz var olan şeyleri görür ve şöyle dersiniz: neden? Oysa ben olmayan şeyleri hayal eder ve derim ki: neden olmasın?
  • Bir kadın, bir koca buluncaya kadar geleceği konusunda endişelidir. Bir erkek ise ancak bir kadınla evlendikten sonra geleceği konusunda endişelenmeye başlar.
  • Bir "dindarın" bir şüpheciye göre daha mutlu olmasının, sarhoş bir kişinin ayık bir kişiye göre daha mutlu olmasından farkı yoktur.
  • Tarihten hiçbir şey öğrenilemeyeceğini, yine tarihten öğreniriz.
  • Her erkek için askerlik mesleği doğal olmadığı gibi, her kadın için de ev işleri mesleği doğal değildir.
  • Dünya tiyatrosu gerçekten kötü günler geçiriyor. Aiskhylos öldü, Moliere öldü. Ben de kendimi iyi hissetmiyorum.
  • Dünyanın en yüce tahtına da çıksanız, oturacağınız yer, yine kıçınızın üstüdür...
  • Bazı insanlarla yüzleşmek zordur, haksız çıkarsın… Çünkü onların galip gelecekleri ikinci bir yüzleri daha vardır…
  • Çıplak bedenler bizi şaşırtmıyor artık, çıplak beyinlerdir varlığına dayanamadığımız.

26 Ocak 2012 Perşembe

Damdaki Kemancı...



İlk önce yakınına bak şiarıyla kaleme alındığının garantisi olan sıcacık bir hikâye ve bu hikâyeden türetilen bir müzikal.
Anatevka isimli Rusya’da küçük bir Yahudi kasabasında yasayan sütçü Tevye'nin 5 kızı vardır ve bir de "cadı" karısı...

Anatevka geleneklerine bağlı insanların ikamet ettiği bir yerdir fakat dünya hızla dönmekte ve de değişmektedir. Bu değişimi mükemmel şarkılar eşliğinde verebilen bir filmdir ki "Haim Topol" Tevye karakterine kattığı ruh ile iliklerinizi titretir ve hayranlığınızı gizleyemez gelir böyle blog’a yazarsınız :)


Filmdeki şarkılar, karakterler, diyaloglar bir şahanedir. Hele ki Tevye’nin tanrı ile yaptığı monologlar tadından yenmezdir. Türkçe 'ye "ah bir zengin olsam" olarak uyarlanan hemen hepimizin bildiği şarkı "if i were a rich man" dilinize dolanır durur :) durduk yerde pek gelenekçi olmasanız da "tradition" der durursunuz :D Yazmamak olmaz “matchmaker” da mükemmeldir…


Sosyal gözlemdeki ustalığı filmi samimi yapar ki süreci işleyişi de sizde uyarlama zorunlulukları hissettirir. Nasıl ki Mel Gibson'un Apocalypto'sundaki kaynana-damat atışmaları/didişmeleri çok tanıdık geliyorsa bu filmde de tanıdık gelecek onlarca hal göreceğinizin garantisi var. Söylemler de buna dâhil. Bu nedenle Yahudi geleneklerinin anlatılması sizi önyargılı olmaya itmesin ki itmemeli... Ayrıca gelenekler de sadece Yahudi toplumuna özgü olmayıp kapsayıcı bir niteliğe sahipler :)

Unutmadan Türkiye de dünyadaki sayılı uyarlamalardan birine merhum Cüneyt Gökçer sayesinde sahip olmuştur.
 

Son olarak filmi izlemeden devamını okumayın :D


--- spoiler ---
Filmin final sahnesindeki terk-i diyar sahnesi size boşaltılan Kürt köylerini, Ermeni Tehciri'ni, Kıbrıs’taki Türkleri/Rumları, Hocalı’yı, Gözyaşı Yolunu akla getirir ki ünlü kemancı Isaac Stern de duygudan duyguya sokar insanı...
--- spoiler ---

25 Ocak 2012 Çarşamba

Waldo, Sen Neden Burada Değilsin?

Henry David Thoreau Sivil itaatsizlik ve pasif direniş isimli kitabın yazarı ve aşmış bir insan.
Davranış ve tavırlarını onaylamadığın devlete bağlı kalmanın ve de haksız bulduğun yasalara itaat etmenin gereksizliğinden ve acizliğinden dem vurur. Pasif halk ve modern toplum eleştirilerimizi de bu bağlamda yapabilmemizi sağlar ki ölü ozanlar derneği filminde kendisine atfedilen konular da alt metinde bunlarla ilintilidir.

Thoreau öylesine ilginç bir adamdır ki vergi kanununa muhalefet etmiş ve ödemediği vergisi yüzünden de hapse girmiş bir kişidir…
Thoreau, ABD’nin Meksika’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi "ödediği dolar bir adam öldürmek üzere, başka bir adam veya tüfek satın almaya yaramasın" gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapis yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve birçok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralp Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşmanın cereyan ettiği anlatılır:
- Henry, neden buradasın?
- Waldo, sen neden burada değilsin?"

Bu bağlamda uluslararası ilişkiler bölümlerinde "kola ile ayran arasındaki farkı
sivil itaatsizlik bakımından inceleyiniz" gibisinden sorular sorulmasına sebebin verdiği bu tepkiden dolayı sorulduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır.

"En iyi hükümet yönetmeyendir" der ki "iyi oyuncu oynamaz" sözüyle de doğrudan ilgisi olduğunu kendimce düşünürüm. Walden kitabı yüzünden de Yakup Kurt’a ve Dostmodern'e, Into The Wild filmini çekmesi hasebiyle de Sean Penn'e ilham kaynağı olduğunu da söyleyebilir, üst bir tattır diyebilirim. Zaten kitaplarını okuduğunuz da ''yaşanılabilir bir dünyada olmadıktan sonra, güzel bir eve sahip olmak neye yarar" sözüne vurulur,
"Kimsenin mülkü olmayacak,
Kimsenin denetimine girmeyecek kadar;
Ya da, bu dünyada,
Herhangi bir egemen gücün
Hizmetçisi
Ve de aracı
Olamayacak kadar yüce bir varlığım"

Şiirine gönüllü özne olmak istersiniz...


Tek tutkusu özgürlük aşkı ve insan onuru olan Alexis de Tocqueville'nin "... siyasi iktidarlar toplumun yüzeyini küçük, karmaşık bir kurallar ağı ile kaplarlar. öyle ki en iyi zekalar bile bunu aşamazlar. bireyin iradesi ortadan kalkmaz ama yumuşar, bükülür ve yön verilir. çoktan seçici algısı alınır yerine tekel/tikel bir hazır/dondurulmuş bir algı yerleştirilir. bir eylem yapmaktan çok eylem yapmaktan vazgeçilir. böyle bir güç imha etmez ama var olmayı ortadan kaldırır. halk hükümet tarafından güdülen sessiz bir sürüye dönüşür... böyle bir kölelik biçimsel bazı özgürlüklerle, hatta halk egemenliği ile kolaylıkla bağdaşabilir."

sözleri en çok bu adamı hatırlatır ve özetle de karşı olmak denince aklıma ilk gelen kişidir.. 


23 Ocak 2012 Pazartesi

Bir Başyazıt...

Önnot: kitap çeşitli makaleler içermekte olsa da kitaba ismini vermesinden de anlaşılacağı üzere aralarında en vurucu olan "aylaklığa övgü" kısmı ile başlamak istedim...

Bertrand Russell'e küçüklüğünde sıkça söylenen "şeytan hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur" sözüyle başlıyor kitap "...ve epeyce terbiyeli bir çocuk olduğum için bana söylenen her şeye inanırdım" diye, hemen ardına iliştirilen bir cümleyle de devam ediyor…

Vuruculuğu kaybetmemek adına alıntılarla gidecektim ancak tekrar okuyunca bütün makaleyi koymak en doğrusu olacak diye düşündüm :) çünkü makale gerçekten bir başyazıt...  O kadar ki bu kısacık başyazıtı okumanız çalışma hayatına ve sistemine bakışınızı gerçekten kökünden değiştirebilir...

Russell bu birikimleri bağlamında "eylemlerim vicdanımın denetimi altında olduğu halde, görüşlerim bir devrim geçirmiş bulunuyor" diyerek ne denli haklı olduğunu yazdığı hemen her satırda gözümüze sokmuştur. Dilenci hikâyesi bir gülümseme, mandal analizi ise büyük bir şaşkınlık yaratacaktır.
 
Son Not: Paul Lafargue "Tembellik Hakkı" kitabında bu analizi büyüterek işler fakat Russell sadeliğin göz kamaştırıcılığında bir eser koymuştur ortaya...



Aylaklığa övgü...

20 Ocak 2012 Cuma

İmaj - Simülasyon - Gerçeklik ve Kusursuz Cinayet...


Kendimce postmodern ya da demodern zamanları bizlere -ismimden de yola çıkarak- "dostmodern" kılabilmeyi çok isterdim ancak "öyle bir geçer zaman ki" şarkısına da bakarak diyebilirim ki; bu ne mümkün.

J. J. Rousseau'yu da pek sevmem ama ilkel zamanlara olan tutkusuna benzer bir tutkuyu -zaman bana ters gelse de kimi zaman- benim de duyduğumu söyleyebilirim.

Evet, şu an sizin de söylediğiniz gibi sohbet etmenin güzelliğinin kendisini "sohbet etme!!!" dayatısına bıraktığı anlar geçmekte ve kim bilir zaman bu konuda zaman ne düşünüyor? Olası bir düşünce için;
İnsanlar "bir araya" geldiklerinde, eğer ortada bakılacak bir televizyon ya da bilgisayar yok ise, uzunca bir sessizliğin ardından akıllara gelen şeyler, "sohbet konuları" değil de "acaba ne yapsak" soruları oluyor. Bu soruların cevabında getirilen öneriler sonucunda, yapılması uygun görülen ve genellikle gereksiz olan etkinliklerin sonunda ise beni, yani zamanı öldürmüş oluyorlar ve inanır mısınız, Bu durumdan şikayetçi oldum, müebbet yedim (!) İşte benim sürekliliğim de bundandır. Umut en büyük işkence denmiş olsa da benim buna büyük bir rakibim var aslında, Süreklilik...

Aslında ölümle ilgili yapılmış olan ancak benim süreklilik kavramına uyarlayacağım bir film repliği pay etmek isterim sizlere;
"-Yaşadığınız en iyi seksi düşünün veya yediğiniz en iyi yemeği! Eğer bunlar sonsuza dek devam etselerdi, başka deyişle sürekli olsalardı gerçekten en iyi olurlar mıydı?" Hayır, bırakın en iyi olmayı, ahududu ödüllerinde ödülü garantilemiş olurlardı...

KUSURSUZ CİNAYET...

Ölen: Zaman...
Katil: İnsan, herkes ya da hiç kimse... 
Sebep: Şiddetli İletişimsizlik
Suç aleti: Teknoloji...
Suç mahali: Zaman makinesi
Suç Saati: Purves Çağı'nda* herhangi bir zaman
Hafifletici sebepler: Zamanın görüngü öğeleri
Günah Keçisi: Küreselleşme
Formül: “Gerçek zaman” / “gerçek boşluk” = "boş zaman / yokluk"...
Karar: Zamana havale...
Sonuç: Tarih, tekerrürlerden bir ibarethane... 

*Purves Çağı: “Geçtiğimiz günlerde gazetelerde ve haber bültenlerinde "Beş yıldır ölüydü, kimse fark etmedi!" başlığıyla yer alan bir haberde; İngiltere'de 89 yaşında bir kadının cesedinin, alt komşusunun "tavandan gelen sudan sebepli" şikâyette bulunması ile ortaya çıkması konu ediliyordu. Kadının faturaları bankaya yatan emekli maaşı sayesinde otomatik olarak yatırıldığından ve ancak 5-6 senede bir posta aldığı için, yokluğu fark edilmemiştir...” 
Ben de böylesi bir haberi okuduktan sonra yakın çağın kapandığı küreselleşme çağının başladığını söyleyenlere nazire yaparak çağın adının "Purves Çağı" olduğu görüşündeyim.   

19 Ocak 2012 Perşembe

Yorumsuz...






Erkan Oğur & Bülent Ortaçgil - Pencere Onu Çiçeği

Yorumsuz...

Aşk...



Aşk, iki delinin iki ayrı daktilo başında aynı şeyleri yazmasını beklemektir...

Hrant Dink


19 Ocak 2007 sabahı yüz sayfayı boyayacak kadar kan vardı yüreklerimizde ve tam 5 yıl sonra öfkelerini bastırmak için onları satın alacak yeterince de insan...

18 Ocak 2012 Çarşamba

SEMERKANT






Derler ki; kayadan bir kenttir Semerkant. Diğer tüm kentlerin kaderini ellerinde tutan şehirlerden olagelmiştir. bu zamanlarında şehirlerin efendisidir ve sonrasında Timur'a başkenttir... Yıldızların efendisi Hayyam, vezirlerin efendisi Nizamülmülk ve Örgütleyicilerin efendisi hasan Sabbah'a topraklık etmiştir ki bu bir kent için "anlatılmaz yaşanır" bir durumdur. Bu yıllar geçer Semerkant bir Özbek şehri olur, eski cakasından uzak olsa da Moğolların yerle eşitlediği şehirde Timur’dan kalan az/öz bir miras kalır... Yalnızca bununla bile UNESCO dünya mirası listesinde kendine yer bulmuş olsa da gerçek değerini kurgu ustası Lübnan asıllı bir Fransız tarafından ele alındığı vakit bulabilmiştir. Başka deyişle söyleyecek olursak, kurgu üstadı Amin Maalouf şehrin kaderini ellerinde tutmuş ve böylece yazarların efendilerinden olagelmiştir.
Yapıt, Ömer Hayyam'ın Rubaiyat isimli paha biçilemez elyazması eserinin 1072 yılında Semerkant’ta başlayıp 1912 yılında Titanik'te biten hikâyesini ele alıyor. Bunu yaparken de bizi, elyazmasının yazılış sürecinin arka planında kalan ancak iç içe iki hikâyeden oluşan kitabın ilk bölümünü sürükleyen öylesine bir metinle karşı karşıya bırakıyor ki, kendimizi sözcüklerin sihrine bırakıvermekten başka çaremiz kalmıyor...

Yer Yok... Yurt Yok...



Gün olur, sahur olur, su uyur, müslüman uykusuz, erdost penguen, yollar uzun...

İster sesini duyur, ister kendini sustur, hataya yer yoksa, hadi buyur, derler ki destur; hayatın kuralı budur...

Sonsuz olmak istersin, üst insanda kibire yer yok, alt üst olurum dersin; yurt yok...

Önce yolsuz sonra da yoksuz olur, düne bakar, güne döner, ne 35'lik ne de 70'lik bir İskender; Aynayı görür, düşlere dalar, hayallerine gerçek adım yürür, kendini arar, kapsama alanına teğet geçer, bu-da gelir, yolunu kaybeder, solunu bulur, görülür ki içi doludur ama herkese yer boldur...

Yoklukla çokluk, çoklukla bokluk arasındaki çizgi olmaktır yazgın; Yaşamla ölüm arasında kıldan ince bir hat, sırat ve belki de patikadan bir yolsun!

Mutlu sonlar bile mutlak ve nihai değilken, sonsuz olmak nasıl sonun olsun :j



Erdost Yüksel
twitter.com/erdostyuksel

16 Ocak 2012 Pazartesi

BİR GARİP YALNIZLIK SANATI...

Apolitik, ruhsuz, mutsuz, umutsuz, vurdumduymaz, kaybolmuş, dağınık, asosyal, ilgisiz, sessiz, duyarsız, sorgulamayan… Bunlar, Yalnızlığın sebep olduğu olumsuz ve bir o kadar da eksik insan hallerinden akla gelen ilk sıfatımsılar. Sözünü ettiğim basite indirgenmiş tanımlamalar ve beni yalnız kılan sınırlamalardan kurtulmaya çalışmamla yalnızlıktan kurtulmam arasında bir paralellik kurabilir misiniz bilemiyorum fakat bu yazıyı okuyanı yalnızlık hissinden bir nebze kurtarabilirsem eğer, ne mutlu bana.

13 Ocak 2012 Cuma

Hayat Çok Karmaşık: 1. Bölüm - Serüven




Kahramanımız klasik bir İstanbul çocuğuydu. Yani İstanbullu değildi… Memleketindeyken uygarlığın inşasına dair inatçı düşünceleri vardı. Keçi mi keçi uygarlığın ise onun inşasına dair daha kuvvetli, tipleştiren ve daha doğru söylemle sıradanlaştıran bir düşüncesi olduğuysa tartışmasızdı…