23 Mart 2012 Cuma

Para Para Para...

Çoğumuzun bildiği fakat bilmeyene de çok ilginç gelebilecek bir hikaye paylaşacağım sizlerle ki ekonomi derslerinin vazgeçilmez hikayesidir;

Orta halli bir Amerikan kasabasında otelin önünde duran lüks otomobilden takım elbiseli, güneş gözlüklü, elinde bond çanta taşıyan bir adam inmiş. Otele girmiş ve “Bir süre kalacağım, ama önce odaları görmem lazım” demiş. Otel sahibi odalardan birinin anahtarını vermiş. Adam bankonun üzerine 100 dolar bırakmış ve “Beğenirsem paramı buradan alırsın, beğenmezsem paramı geri alırım” demiş ve yukarı çıkmış.

Otelci kasabada başka otel olmadığını bildiğinden “Adam çaresiz burada kalacak” diye düşünmüş ve 100 doları kaptığı gibi hemen yan taraftaki kasaba koşmuş. “Bu” demiş, “Aldığım etlerin parası.” Kasap alacağını tahsil edince hemen yan taraftaki manava gitmiş ve “Al sana 100 dolar borcumu getirdim” demiş. Manav çok sevinerek parayı almış ve 100 dolar borcunu ödemek üzere eletrikçiye gitmiş. Eletrikçi 100 doları alınca mallarını taşıyan kamyoncunun borcunu kapatmış. Kamyoncu da veresiye iş tuttuğu hayat kadınının parasını ödemiş hemen. Hayat kadını ise doğru otele koşmuş ve dinlenmek için birkaç gece kaldığı otele olan 100 dolar borcunu kapatmış.

Otelci 100 dolarını aldığı sırada takım elbiseli adam yukarıdan aşağı inmiş ve “Yok” demiş, “Burada kalamam. 100 kilometre ötedeki şehre kadar gideceğim mecburen” ve otelcinin elindeki 100 dolarını alarak çıkıp gitmiş.

Sonuç olarak kasabaya hiç para girmedi. Ama sadece emanet bırakılan 100 dolarla neredeyse kasabalılar birbirlerine olan tüm borçlarını siliverdiler.

Not: Hikayenin yer-kişi farklılıkları olsa da özünde aynıdır :D

14 Mart 2012 Çarşamba

Dalgacı Mahmut...

İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

Orhan VELİ

13 Mart 2012 Salı

Kimse Okumasa da Olurmuş...

Genç bir yazar.

Asıl işinin roman yazmak olduğunu düşünüyor ama geçimini sağlamak için küçük bir gazetede çalışıyor.

Öteki genç yazar ise birkaç kitap yazmış ama hiçbiri ilgi görmemiş.

Edebiyat çevreleri onun adını anmıyor, yüzüne bile bakmıyorlar.

Basında adı geçen, ödüller kazanan, saygıyla anılan yazarların yanında bir hiç.

Günün birinde bir arkadaşı, gazeteci yazara, tanınmamış yazarın kitaplarını gönderiyor. Bunlara bir göz atmasını istiyor.

Yazar okuyor bunları ve birden heyecana kapılıyor.

Okuduğu sayfalar müthiş.

Bu tanınmamış yazar, kendisinin ileride yazmayı planladığı sahneleri yazmış. Ama mükemmel bir üslupla. Karakterleri ve psikolojilerini ince ince örerek, romana yeni bir dil getirerek.

Heyecanla kaleme kağıda sarılıyor ve kendi yalnızlık çölünde yaşamakta olan yazar için övgüler diziyor, bunu gazetesinde basıyor.

Diyor ki:

“Bu yazarı okuyunca içimi günahkâr bir kıskançlık kapladı. Böylesine muhteşem ve gerçek bir savaş anlatımını okurken kıskançlık ateşi sardı beni... Bu parça beni kendine hayran bıraktı, cesaretimi kırdı, büyüledi, çaresizliğe düşürdü.”

Hiç beklemediği anda gazetede böyle bir övgüyü okuyan öteki yazarın halini düşünün. Gözlerine inanamıyor elbette.

Çünkü edebiyat çevreleri ona hiç değer vermemişler, kitaplarından biri ancak 21 tane satılmış, o da artık her şeyden umudunu kesmiş, tam bu sırada bu makale çıkıyor.

Hemen oturup gazeteci yazara, “Dün akşam benim için büyük bir sürpriz oldu” diye yazıyor. Ona teşekkürlerini sunuyor.

Ne var ki bu makale de işe yaramıyor ve o yazar sağlığında hiçbir başarıyı tatmadan, bu dünyaya veda ediyor, şansız şöhretsiz gömülüyor.

***

Sözünü ettiğim birinci yazar Honore de Balzac, ikincisi ise Stendhal.

İki dahi birbirinin farkına varıyor, yaptıkları işin ne anlama geldiğini biliyorlar.
Ama sağlıklarında ikisi de küçümseniyor.

Stendhal sessizlik bataklığında boğuluyor, Balzac’la ise alay ediliyor. Fransız Akademisi’ne üye olma başvurusu hakaretlerle reddediliyor.

O dönemin birçok yeteneksiz ve unutulmaya mahkûm yazarı ise tanrı muamelesi görüyor.

Stendhal’ın değerini anlayan ve ondan bir dostuna övgüyle söz eden birisi daha var.
Goethe.

Demek ki doğa kuralı değişmiyor: Kartal kartalla uçuyor, karga kargayla.

Bir dahiyi ancak başka bir dahi anlıyor. Su başlarını tutmuş orta zekalılar ise hepsiyle birden alay ediyor.

Stefan Zweig /Balzac-Bir Yaşam Öyküsü-Can Yayınları
Çevirenler: Şebnem Sunar-Yeşim Tükel Kılıç
Köşesine Taşıyan: Zülfü Livaneli

8 Mart 2012 Perşembe

Can-i Sıkıntı...

Can sıkıntısı bir hastalık gibi duruyordu yüzümüzde... Sıkıntımızı geçirmek için hangi avm'nin boktan Latte'sini yudumlamak gerektiğini henüz keşfetmemişken, maskeli balo şarkısının nasıl ortaya çıktığını anlamaktaydık bir yandan da. Öte yandan da halimizle teknolojiye, küreselleşmeye, standartlaşmaya, tüketirken tükenmeye "sövgü" kitaplarının baş karakterleriydik.

Sıkıntılarımızı birbirimize kalıcı bir halde dövmekteydik, yazbahar tatilinde silme hayalleriyle. Sezilen oydu ki; bir Bezgin Bekirlik hakimdi bünyelere, bakir gezmelerle giderilemeyen ve "İnsan sosyopatik bir sosyal varlıktır" sonucu çıkmaktaydı ağlak sağlamalardan.

Düşüncelerimiz bile aşırı dozda yorgundu. A ile Z gibi bütün harfleri aşıp da bir araya gelmiştik zaar, yorulmuştuk "işte" özetle  biraz ama öz... Çıkış noktası yüzümüze tutulan ayna yansıması olan "para" olarak belirlenmişti içten içe. Parlak ama rahatsız edici... Bu beynimizi resmi örümcek ağları ile ören işlerden kurtulmanın başka ne yolu olabilirdi ki.

Yorgun gelmemiştik bu dünyaya ki geçecekti bu günler. Birbirimizi sevdiğimiz gibi işlerimizi de sevecektik. Hayatlarımızın kiralık halleri de son bulacaktı böylece, hayatkar makamından şarkılar söyleyecektik kargalara saygı duruşları eşliğinde. Umut fakirin ekmeği ki karın doyurmuyor. Bizimse karnımız doyuyor fakat fakir ruhumuza kıtlık hakim, kırk kanaat mı kırk satırlık bir şiir mi diyoruz ki özetle kafalar gitti :D

Yanlış olmasın denizi gören geniş pencereli ufuklarımız var bizim, ben biraz  pejmürde o biraz  buğulu. Birbirimizin kıçına iğneler batıran Woodo bebekleri gibiydik biraz da. "Dut ağacında vişne yetiştirmek" olsa da  bu ara yaptığımız, yetişecek yerimiz var hala uzaklarda, içimize Oblomov kaçmış olsa da... Tüketirken tükenmenin kitabını yazarken, aynı anda da okur gibi yapıyoruz ama kitabı ters tutmuş tükenirken tüketiyoruz, farkında değiliz. Şu an için hiçbir şey yapmamak için her şeyi yapıyoruz da diyebilirim ki bekaretlerimizi geri kazanmak için sevişiyorduk hayatla, Hepsi bu... 

"The Future" filmi geleceğe dönüşü simgelemeye devam ederken, hayatı yastık yapıp uyumak istiyorduk rastsal rüyalarımızın kabusu olabilmek için. Birimiz kör birimiz şaşı, çift yumurta ruh ikiziydik sanırım fakat gün geçtikçe tekleşerek birbirimize benzemekteydik.

Günü geldiğinde herkes mutlu bir hayat ile anlamlı bir hayat arasında seçim yapmak zorunda kalacaktı; Bizse mutlu hayatımızı anlamlandırmak istiyorduk. Neyse ki, ne olduğunu bilmediğimiz işte bizden iyisi yoktu, orası kesindi...


Bir hayalin kırılmasının en güzel yolu gerçekleşmesiydi, kalbi kırık hayaller de hep bizimleydi... 

Özetle bugünlerde başımız gölgede olsun da kıçımızı eşşek tepsin bir yaşam bizimkisi; Hayat da binmiş tepemize vuruyor kırbacı, vuruyor kırbacı...




7 Mart 2012 Çarşamba

E Ulan bennn...


Önceleri de "Siz siz, siz siz olun" tarzında cümleler işittiniz benden fakat bu sefer söyleyeceğim konu çok önemli. Küçük resimden büyük resme götüreceğim sizi, beni takip edin...

Siz siz olun, en az üç özetle de çok kişi olduğunuz bir ortamda sadece bir kişi varmışçasına davranmayın. Her ilişki kendine özeldir, eyvallah bunda bir sorunumuz yok. Paylaşımlar özellikli olabilirler ona da tamam fakat özel olmayıp genel olan durumlarda bile, yani sosyal bir ortamda dahi özelleştirme yapmak gerçekten çok rahatsız edici. Bu tip bir davranışta bulunmak hem kendinizin hem de yakınlarınızın hayatını etkileyebilir, dahası şekillendirebilir, unutmayın...

Basitten başlayalım;

Üç kişisiniz ve yemek yiyecekseniz. Ortada salata var. Bir bilmiş kişi kalkıp "ben salatamı şöyle yiyeceğim" diyor ve siz nasıl yersiniz yerine saçma sapan bir şekilde bi kişiye dönüp sana nasıl hazırlayayım dediğinde, 3. kişi olarak "benim burada ne işim var" moduna girmeniz, dolayısıyla gerilmeniz kaçınılmazdır. Hoş, seçilmiş kişimiz de biraz empati yeteneğine sahip ise o da gerilir. Empatikse niye tek bana soruyorsuna çıkan imalarda bulunur, içinden üçün birini gösteresi gelir "aha böyle yiyeceğim" diye fakat karşı taraf bunu bilerek yapmadığından, ya da yüzeysellikten öteye geçemediğinden genelde ayamaz durumu. Bilerek ve art niyetten yapanlardan bahsetmiyorum ki böylelerini hayatınızdan uzak tutun, bildiğiniz bütün mesafeleri koyun, o da yetmiyorsa bahar temizliği yöntemi ile çıkarın hayatınızdan. Dünyaya bir kere geldik... Neyse coştum ama dağıtmak istemiyorum konumu :D

Küçük bir şey gibi gelebilir başta da söylediğim gibi fakat devamı gelir... Uzmanlığınız dahilinde olmayan herhangi bir sohbette bile bir kişiyi dışlayarak, sürekli olarak tek kişiye endeksli sorular yönelterek can sıkıcı hallerine devam etmeleri olasıdır. "şöyle değil mi Mahmut, Sen ne diyosun Mahmut, Sence de öyle mi Mahmut..."

Kibar Feyzo geldi aklıma... Hani amele pazarında işçi seçen adam eliyke kimi istediğini göstererek tek tek "sen" diyerek seçer ya adamlarını ve şöyle bir replik çıkar ya ortaya;

-sen gel!
-ben.
-sen!
-ben.
-sen!
-ben.
-sen!
-e ben?
-sen.
-e ulaan been?
-sen gelme ulan ayı.!
-ayı babayndır itoğlu it... :D :D


Sözünü ettiğim durumda da aynen böyle olur. "E Ulan ben" dersiniz içinizden, ben de buradayım ulen neden tek kişi varmışçasına hareket ediyorsun ki dersiniz. Kimi zaman alışkanlıktan, çoğu zaman mallıktan böyle davranışlarla illaki karşılaşırsınız. Art niyetsiz yapanlar -cinsiyetçilik düşüncesi olmadan" genelde erkekler olduğundan biz erkeklere durumun vehametini anlatabilmek için şöyle bi düzenek oluşturalım;

Halı sahada üzerinizde "Alex" forması soldan yardırdınız, geçtiniz iki kişiyi pası da verdiniz kaçtınız. Önünüz de bahsettiğim durumu ortaya çıkaranların kafası gibi boş fakat pası verdiğiniz adam "Selçuk Şahin" kafasında çıkıyor ve tutup alakasız yerdeki adama atıyor topu. Olabilir dediniz, oyuna küsmek yok serde ki maksat güzel oyun. Sağa koşuyorsunuz yok, sola koşuyorsunuz yok, aldığınız topu ona atıyorsunuz gene yok. Adam seçmiş adamını sadece ikisi varmışçasına hep topu bildiğine atıyo. Ulen "Fasulye" olsam bu kadar olmaz diyorsunuz. İster istemez burkuluyor içiniz. 

Özetle lanet bir şey bu anlattığım durum. Çoğaltımları da mevcuttur ama özü buradan anlaşılabilir. Erkeklere özel anlatmama sebep belki benim de erkek olmam ama kızlar bu dediklerimi daha iyi anlayacaklardır muhakkak.

Erkek erkeğe takılmalar malumunuz harbilik ve devamlılık için de sadakat gerektirir. Sosyal bir grup halinde erkeklere özgü sohbetler edersiniz, maç yaparsınız, kağıt oynarsınız, konsol oyunları oynarsınız, gezersiniz, izlediğiniz filmler romantik komedi değildir, türü sevseniz bile. Fakat bu paylaşımlar sonradan oluşmuştur ve alışkanlıktır artık hemen her hareket ki vazgeçilmez bir tarafı yoktur kimsenin...

Neticeye geleyim, erkek erkeğe böylesi bir sosyallikte iken grup içerisinde bir kişinin kız arkadaşı olur ve işler değişir bir anda. Bu kişi bir anda "oyun bozan", "kılıbık", "hanım köylü" bir kişiliğe yaklaşır ister istemez grup da parçalanmama eğilimiyle kız yokmuş gibi hareket eder. Başlarda yaşanan bu durum paylaşımın yoğunluğundaki düşmeyle ilgilidir ki normaldir fakat giderek azalmıyorsa işte burada bir sorun vardır.

Nedense erkekler bu gruba katılan hanım kişiye geçici bir heves gözüyle bakarlar ve kalıcı olan kendileri olsun isterler. Soğukluk grup içerisindeki bazı kişiler tarafından önce kendini yüzeyselliğe sonrasında ise samimiyete bırakır ki soğuklukta direten taraf kendini belli eder ve bu tip arkadaşlarla bir geleceğiniz yoktur. Hayatınızdan çıkarabilirsiniz hiç düşünmeden, tabii kaprissever bir kişi değilseniz. Soğuklukta direnen tarafın kız arkadaşı olduğunda da ona hakettiği değeri asla veremeyecektir ki özetle empati yoksunluğu başa bela...  

Paylaşım alışkanlığının ortaya çıkardığı lanet durumun oluşma süreçlerine değinerek biraz daha içselleştirmek gerekir ki doğuştan paylaşım etkileşimine girdiğiniz kişiler yani edilgence edindiğiniz kişilerle olan süreç de aynı bu şekilde yaşanır. Ailenizin davranışı hayatınıza eklenen ya da entegre olan kişiye karşı arkadaş ya da sevgili olduğu farketmeksizin temelde böyledir. Aileler ki çoğunlukla kadın fertler erkek tepkisi verirler ki yukarıda uzak durmanız gereken insan tiplerini bir kategoriye sokmuştum. Şimdi biraz sert gelebilir ama ailenizden de olsa, yani kandan bir bağınız da olsa candan değilse bu tripteki kişilerden uzak durun efendim. Mesafeler koyun... Tabii hayatınızı yaşamak istiyorsanız.

Düzenek oluşturarak erkeklere özgü anlatmama asıl sebebi unutacaktım az kalsın. Kız arkadaşınız, sevgiliniz ya da eşiniz, size bir şeyden bahsediyorsa önce onu dinleyin. Anlattıkları size saçma gelse bile mutlaka pür dikkat şekilde kulak verin. Art niyetli olmadığını varsaydığımı yukarıda söylemiştim. Böylesi bir şeyi sezerseniz bu kişiden de kurtulun fakat unutmayın aradaki çizgi çok incedir. Anlattıklarını içselliştirin ve onun gözünden olaya bakmaya çalışın. Böyle yaptığınız takdirde başlarda hayatınız biraz zorlaşacak, dengeleriniz şaşacak.

Mayamız gereği de statükoyu korumayı ve nabza göre şerbet dağıtmayı iyi biliriz fakat bu özellikler hayatı kendiniz için değil başkaları için yaşamayı beraberinde getirir. Gerçek mutluluk için sınırlarınızı belirlemeniz gerekir ki bu yüzden bu huylarınıza yüzme öğretmeyip, onları boğun. Siz kendi sınırlarınızı çizdiğinizde dalgalanan dengeleriniz zamanla uysallaşacak, durulacaktır.

Yeni bir hayata hazırlanırken eski hayatınızı olduğu gibi yeni hayatınızın içinize sürüklerseniz, size ve hayatınıza katmak istediğiniz kişilere yer kalmaz. Sürekli bir gelişim olmalıdır hayat ve gerektiğinde değişim gerektirir.

Biraz karışık gittim gibi ama girişte bahsini ettiğim durumu yaşatmayın, yaşamayın ve yaşayanın yanında olun. Gerekirse dördüncü maymun olun ki hayatı idare etmeyi bırakıp yaşamak istiyorsanız tabii...


2 Mart 2012 Cuma

Anketimin Birincisi...



Çoooooooooooooook sevindim aslında birinciliği Semerkant'a kaptırmadığı için. Yanlış anlaşılmaya mahallemizde bir mahal vermeyeyim; Ben oyumu ikisine de vermedim. Oy kullanan kişi sayısı da nicel olarak fazla olmasa da nitel olarak çok önemli göründü gözüme. Halbuki tanımıyorum oy verenleri. Tahminlerim var ama söylemem. Hafiften hafifleştim galiba gevezelikler etmekteyim.

Küçük ama çok önemli bir anekdotu özetleyerek başlamalıyım;

Louise Ciccone isimli 15-16 yaşlarında bir kız çocuğu vardır. Denizcilik yapan babası seferinden dönüşünde kendisine bir kitap hediye eder. Kitabı bir solukta okuyan hanım kız sefere çıkmaya hazırlanan babasından bu kez de "Kuyucaklı Yusuf" eserini ister. Anketimizden de anlayacağınız üzere kızın bir solukta okuduğu kitabın adı Kürk Mantolu Madonna'dır. Sonrasında kız tam bir Sabahattin Ali hayranı olur ve karar verir; kızı olursa ismini Madonna koyacaktır, oğlu olursa da Sabahattin... Sonra şans bu ya kız çok ünlü olur ve  doğuştan edinilen ismine büyüdüğünde bir isim ekleme hakkı elde eder. Yani "Kürk Mantolu Madonna", Popstar Madonna'ya ismini veren kitaptır.  

Neyse ki tüm bunların  kaynağı kıçım olsa da şu an yaşanan hemen her anın geçmişte de yaşandığına inanıyorum eski çocukların büyüklerin her söylediğine inanması gibi.  O yüzden anlayış gösterin içimdeki Chucky'e :D

 Kitabı anlatacaktım sözde. Ne diyelim belki bi dahaki sefere :D