27 Haziran 2012 Çarşamba

Aziz Nesin... 1





Hayatımız bir yazı, isimlerimiz de bizden habersiz o yazıya kondurulan başlıklardır ya, mevzubahis Aziz Nesin olduğunda yazının türü tahmin edilemeyebilir ama kesin olan bir şey vardır ki; O hayat okunmaya fazlasıyla değerdir... 

1. Dünya Savaşı'nın ortasına doğar üstat. Babası Abdülaziz Bey kulağına üç kere Mehmet Nusret ismini fısıldamış olsa da babasının ağzından çıkan ile üstadın duyduğu bir olmasa gerek ki yıllar sonra pek çok anlamda "Aziz" olacak fakat her anlamda "Abdül" olmayı reddedecektir.

1934 yılında soyadı kanunu çıkar ve insanlar kendilerini ilginç olduğu kadar eğlenceli de bir seçimin içerisinde bulurlar. Güzel ama pek de ayırtedici olmayan "Hacelinin Memet, Yumuk Yaşar, Codunun Ömer, Eşşekçi Hüso" tarzı ismin başına gelen lakaplar sona evrilerek, çoğunlukla soyadları olacaklardır. Herkes kendince bir seçim yapacaktır. Usta da kendi hikayesini süreçle harmanlayarak şöyle anlatır;  

"1934 yılında soyadı kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri “eli açık”, dünyanın en korkakları “Yürekli, Korkmaz”, dünyanın en tembelleri “Çalışkan, Yılmaz”, gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine “Çevikel” soyadını almıştı. Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “nesin” soyadını aldım. Herkes “ne'sin” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim..." Bu noktada üstada saygıda kusur etmeyerek elimizde olsa nasıl isimler edinirdik diye sormak gerek...

Şiir yazar önceleri üstad sonra mecbur bırakır öykü yazar. Bir hikayesi vardır ki kendi anlattığı rivayet edilir;  Birgün rastlantısal olarak bir şairin dinletisine denk gelir. Kürsüde uzun boylu, mavi gözlü, güzel yüzlü bir adam tok sesiyle şiirlerini okumaktadır. Bir süre dinler, önce çok etkilenir,  sonra da boğulacak gibi hisseder kendini ve hemen çıkar oradan. Çıktıktan sonra yırtar atar kendi şiirlerini. O'nun gibi yazamadıktan sonra artık şiir yazmanın da bir anlamı yoktur ki hayat bu ya yıllar sonra, Moskova'da bulunmasının da getirisiyle hayran olduğu bu adamın üç vasiyetinden hangisinin geçerli olacağını seçecektir. 

Bir devlet kurmayı düşlemiştir önceleri. Kendince planlar, projeler çizer. Bakar bu olacak iş değil bir şehir kurmayı olacak iş sanır. O da olmayınca bir köy der hiç değilse ve nihayetinde bir vakıf kurar. Vakfın projesini de kendisi çizer, çok yakın mimar arkadaşları olmasına rağmen. 

Birgün çok yakın arkadaşı Demirtaş Ceyhun ki kendisi de mimardır, arkadaşları ile birlikte vakfı ziyarete gider. Aralarında da altmışından sonra otuzdan fazla kitap yazmış ve o dönemin çevresinde tanınmış simalarından Aydın Boysan da vardır. O dönemlerde de yeni yeni mizah anlatılarına/yazılarına başlamıştır. Sohbet faslı uzun sürer, karınlar acıkır, sofra donatılır. Derken ortamdan biri Aydın Boysan'a döner ve "bu yaştan sonra nasıl oldu da mizah yapmaya başladın, hiç çekinmedin mi" der. Boysan da hazır cevaplığıyla ün salmış ve mizah denilince akla ilk gelen isim olan Aziz Nesin gibi bir üstadın yanında bi saniye düşünmeden cevap verir; "Vakfı ziyarete ilk gittiğimde vakfın ilk binasını incelemiştim. İşte o gün Aziz Nesin bu binayı yaptıktan sonra, ben mizahta ne halt etsem olur diye düşündüm" der ve anlık bir sessizlik olur. Bu sessizlik Aziz Nesin'in kahkahası ile son bulur. Üstadın gülmesi masadaki herkesi kahkahaya boğsa da Demirtaş Ceyhun ilk fırsatta Aydın Boysan'a "Aziz Bey bunun altında kalmaz, bu seni baskılamıyor mu" der. Aziz Nesin bunu duyar ve ben onca yıl hiçbir baskıdan yılmamışım Aydın'ı mı baskılayacağım" der. Geçinilmesi zor olan bir adamdır Aziz Nesin ama böyle de güzel bir adamdır.


Müjdat Gezen'i her sabah arayıp "bugün ne kanserisin" diye sorması ile bezeli iki büyük ustanın arkadaşlığı da pek hoştur.


"Bir dönem Aziz Nesin'e yönelik tehditler artınca, oturduğu apartmanın önüne bir polis memuru yerleştirmişler ve Aziz Nesin'i korumaya almışlar.
Derken, birkaç gün sonra Aziz Nesin apartmandan çıkarken polise sormuş:
"Neden bekliyorsun burada."
Polis de: "Şu yan apartmanda Aziz Nesin diye yaşlı bir adam var; onu korumak icin bekliyorum."


Bu olaydan sonra devletten hiçbir zaman koruma istememiş...

NoT: Ustanın anlatacağım nice hali olduğundan bölmem gerek diye düşündüm :)

21 Haziran 2012 Perşembe

Tan...

Tanrı olsaydım çarpardım hepinizi
topraklanmanız beni engellemezdi
haylazlıklarımla size yaramaz olurdum
anama babama da söyleyemezdiniz beni
daha çok tapmanıza da bozulurdum belki...

Tanrı olsaydım sevmezdim hiçbirinizi
zaten siz sevgiden ne anlarsınız ki
insafları sıklaştırmaya safça devam edin
dolusunun kıymetini bilmediniz ki hiçbir şeyin
boşuna da dua etmeyin...

Tanrı olsaydım baştan yaratmazdım sizi
başınızda kim varsa ona tapıyorsunuz çünkü
öldüm diye de boşuna sevinmeyin
ölmedim
sadece uykum derin...

Tanrı olsaydım daha çok acı verirdim size
dünyahret bacılarınızla daha çok evlenir
hacı olurdunuz daha çok
diz çökmeye de devam eder
yazık olurdunuz daha çok...

Tanrı olsaydım benzerdi herkes bana
kitaplarım çok okunmazdı ama
gözünüze daha yakın olurdum
zira göze yakın olmanın tuzağıdır
gönülden uzak olmak...

Tanrı olsaydım kendimi tanır
Tanrı olmazdım sanırım
bir var
bir yok olmazdım
yalan yalnız olmazdım...

18 Haziran 2012 Pazartesi

Can-i Sıkıntı Bitti...

"...Can sıkıntısı bir hastalık gibi duruyordu yüzümüzde... Sıkıntımızı geçirmek için hangi avm'nin boktan Latte'sini yudumlamak gerektiğini henüz keşfetmemişken, maskeli balo şarkısının nasıl ortaya çıktığını anlamaktaydık bir yandan da. Öte yandan da halimizle teknolojiye, küreselleşmeye, standartlaşmaya, tüketirken tükenmeye "sövgü" kitaplarının baş karakterleriydik.

Sıkıntılarımızı birbirimize kalıcı bir halde dövmekteydik, yazbahar tatilinde silme hayalleriyle. Sezilen oydu ki; bir Bezgin Bekirlik hakimdi bünyelere, bakir gezmelerle giderilemeyen ve "İnsan sosyopatik bir sosyal varlıktır" sonucu çıkmaktaydı ağlak sağlamalardan.

 "Dut ağacında vişne yetiştirmek" olsa da  bu ara yaptığımız, yetişecek yerimiz var hala uzaklarda, içimize Oblomov kaçmış olsa da... Tüketirken tükenmenin kitabını yazarken, aynı anda da okur gibi yapıyoruz ama farkında değiliz kitabı ters tutmuş tükenirken tüketiyor, tüketiliyoruz..."



Önceleri saftık; Para bir çıkış noktası, huzura götürecek bir araç olacaktı hayatımızda. Yani öyle düşünmüştük.  Farkında olmanın verdiği anlık acı ile anladık ki araç olan bizlerdik aslında. Birileri para ve boş vakit kazansın diye hayatımızı kiraya verip bayatlatıyor, acılaşıyorduk. Bayat hayat da geçmek bilmeyen acı kabak çekirdeği tadındaydı zira ve böyle devam edersek en fazla kendimize bir kaç saf hayat kiralayarak küfrü hakederdik...

Günlerden diğerleriyle aynı gün, bir karar vermeliydik; Can-i Sıkıntı'mıza, yani "hiçbir şey yapmamak için çok şey yapan" halimize bi dur demeliydik. Paralanma sevdasına paralamayacaktık kendimizi ve böylece daha fazla yaralanmayacaktık. Var olan yaralarımızın kabuklarına çekilme zamanı gelmişti artık...

"Neyse ki ne olduğunu bilmediğimiz işte bizden iyisi yok" diyerek, aklımızı kenara çekip bir karar aldık. Monotonluk maratonunda tavşan atlet olmayı bırakacaktık ki bitecek olan bir yarışta ne kadar hızlı gittiğinin de bir önemi yoktu aslında. Hatırlarsınız, küçükken maçlarını seyrettiğimiz abiler, topları sahadan çıkıp da kaçınca bir yerlere "koşun bakalım, ne kadar hızlı koşuyorsunuz bir görelim" derlerdi, çok hızlı koşardım ben de ve sanki kına yakardım bir yerlerime...

Kandırılmaya o kadar hevesliydik ki büyüdüğümüzde de bu hevesimiz kursağımızda kalmasın isteyerek kandırılmaya bütün hızımızla devam ettik. Haliyle "kim daha hızlı koşacak" rekabeti de kaldığı yerden devam etti. Biz ise önce unutmayı öğrenmeliydik ve kandırılma alışkanlığımız yüzmeyi öğrenmeden onu unutup, boğabilmeliydik. Zira hayat çabuk bitmesin diye yavaş yenmesi gereken güzel bir yemek gibidir ve hızla tüketmek, ona yazık etmektir...


Dünyanın rekabete dayalı korkunç bir yer olması ise bir mutluluk sebebidir. Ukalalık etmek istemem ama herkesin saçma bir yaşam sürüyor olması, hayatın saçma olduğuna kanıt değildir. Yaşadıkça zarar ediyorsak hayatımızdan, eskidikçe daha da ucuzlayacağız. Üzerimizdeki yükün pırlantadan olması altında ezildiğimiz gerçeğini değiştirmez ki....

Doğrularını bildiğimiz soruları yanlış cevaplamak istedik. Pişman değildik ama edildik... "Başarmanın sırrı, denemek sözcüğünün son harflerinde gizlidir..." dedik, denedik... Daha fazla vakit kaybetmemeliydik. Derin bir nefes aldık ve hava belki de son defa kirliydi, bizse temizlendik...

Dün bu saatlerde yaşımız henüz çok genç olmasına rağmen tamamen kendi çabalarımızla sahip olduğumuz güzel bir evimiz, son model bir arabamız ve herkesin -belki de parası çok olduğundan- önemli göreceği işlerimiz vardı. Bugün yoklar. Dindar bir mahalleye gidip onlara helal bize haram ne varsa sattık. Anlayacağınız yoldan çıktık artık. Sıradan ayrıldık. Evet, bunu yaptık... 

Kırsala yerleşip yine iç içe, yine biz bize  ama hengameden tamamen uzak yaşayacağız artık. Bundan böyle evimiz gene güzel olacak ama yaşayışımız biraz farklı olacak. Mesela parmağımızı şişirmeden çekiç kullanmayı, donumuza kadar ıslanmamak, dahası ıslakken çarpılmamak için de tamircilik öğrenmemiz gerekecek.  House yetmeyeceğinden biraz da sağlık bilgisi edineceğiz pek tabii. Etrafta köpeklerimiz, kedilerimiz, tavuklarımız bize benzeyip aylak aylak dolaşacak, birbirlerinin üzerinde uyuya kalacaklar. Uyuyamadığımız anlarda aklımıza gelen hayali koyunlar, keçiler bizim olacaklar ve gözlerimizin önünde atlayacaklar çitlerden ama biz o sıra gökyüzündeki yıldızları sayıyor olacağız. Maymunlarımız olacak sonra ve diğer hayvanların yemeklerini aşırmamayı öğrenecekler.  En mutlu hayvan koala bizimle olamayacak belki ama tosbağalarımız onun güzel hımbıllığının eksikliğini hiç aratmayacaklar. Sabahları lanet telefonun nalet alarm sesiyle değil kıçını yırtmaya niyetli bir horozun sesi ile uyanacağız. İşe geç kalma telaşından uzak olacağımız için erken de ötse, geç de ötse canı sağ olacak. Kuşların, rüzgarın, suyun sesi mono tonda değil bambaşka ve capcanlı olacak. Şansımız yaver giderse ileride atlarımız, güzel gözlü eşeklerimiz de olacak. Domatesimiz, biberimiz, salatalığımız bir başka kokacak. Çağlabadem pörsümeden yenebilecek artık. Kendi ağacımızdan topladığımız kirazlar da kulağımıza küpe olacak. Ekmek yaparken una bulayacağız birbirimizi. Toprağın kokusunu duymak için bahçeyi sulamamız yetecek. Güneş bile farklı doğup batacak artık. İş dünyasının kaygan zemini de yerini yakınımızdan akan dereden geçerken ayağımızın altındaki taşların kayganlığına bırakacak. Belki minyatürlerle donatmayacağız evimizi ama minyatür kale maçlar yapacağız küçük Saraçoğlu'muzda. Teknoloji hayatımızdan çıkmayacak elbette ama bizi sevecek...



En sonunda da kimileri bize deli gözüyle bakacaklar, kimileri de geçici bir heves deyip geçecekler. Biz ise deliliğe övgüler düzerek aylaklığımıza devam edeceğiz. "Gelecekte çocuklarımız çok mutlu olacaklar, bizimle gurur duyacaklar..." sözleri de dillerimizde sakız olmayı sürdürecek epeyce. Neyle nasıl geçineceğimizi düşünmeden, sadece birbirimizle güzel geçinmeye devam edeceğiz biz de ve geçinirken de içimiz geçmeyecek başkalarının işleriyle...

Bütün bu söylediklerim de bi beş yıla gerçekleşecekler, böyle giderse... 

14 Haziran 2012 Perşembe

Tarihimde Bugün...

Küçük sayılırdım o zamanlar. "Yatağan Yağmurları'nda Bir Düğün" yazımdan da hatırlayacağınız çocukluk arkadaşım Görkem'in doğum günüydü ve kendince bir parti organize edip yakın arkadaşlarını çağırdı. En yakın arkadaşı da bendim, gitmedim. Bozuldu. çok bozuldu, bayağı bozuldu yani öyle böyle değil. Bir yerden sonra bozulmaz diye bekledik, daha da bozuldu :P Şaka bi yana üç bilemediniz beş gün surat yaptı. Umursamadım ama bozulduğuna da üzüldüm bir yandan. 

Doğum günleri iyi günlerdendi ve hesapta ben kötü gün dostu olmalıydım. Durumu bu bağlamda açıklamaya çalıştım; "İyi gününde yanında arkadaşların vardı ki bu güzel ama kötü gününde ben olacağım yanında" diyerek gerçek anlamda boyumdan büyük laflar ettim ve "Saçma bir gün uğruna hayıflanmayı bırak artık" diye de ekledim. "Ağlamayı bilmeyenin gülüşünden bi bok olmaz" mottosuna sarılmıştım. Başta da dedim ya küçük sayılırdım o zamanlar. Sonraları gerçekten kötü günler de gördük. Salak gibi alakamız olmayan kavgalara bile girdik büyüme hallerinde, nice sırlar edindik, ciddi ciddi aç da kaldık, son kullanma tarihi geçmiş makarna sevinçleri yaşadık ama sözümüze sadık olarak yanyanaydık hep ki ne mutlu, hala da öyleyiz.

Sonraları söylediğim sözün doğru yanları olsa da oldukça eksik olduğunu öğrendim. Yanlış olduğunu bildiğin şeyden dönmemek de olmaz neticede. Hayat sadece kötü günlerden ibaret değildi ve beraber ağlayabildiğim birisiyle gülmek de en çok bana yakışırdı. Buydu yani olması gereken.  Bu günler eğlenmek için bir hatırlatma servisi sayılırdı. Özetle de benim için gerçek kutlu doğum haftaları bunlardı...

Şimdi de gelelim bugüne. Bugün benim en sevdiğimin, Özgem'in doğum günü. Bugüne kadar özel günlerimizi hiç unutmadım ve hediye almayacağız sözümde de hiç durumadım. Bugün de "Doğum günün bana geldiğin gündür ulen..." tarzı bir çıkış yapacak ya da sözümde duracak değilim :D Özel günleri unutmamak için banka başvuru/kayıt formlarına özel günlerinin tarihlerini yazan dostlarım var benim; Mesaj atıyor ya bankalar...  Ne manyaklık ama. Sonra sevgiliden ayrılıyorlar, zırta pırta mesaj geliyor :) 

Geçen sene de oldukça ilginç bir doğum günü olmuştu garibimin. "Tamamen duygusal" nedenlerden dolayı evde ve bizbize kutlamıştık. Yaptığım yemeğimsi ve inanılmayacak kadar leziz şeyleri yemiş, kendimizce eğlenmiştik.  O'na yazdığım şiirimsi şeyi okuyamamıştı, gece sonunda çok sevdiğimiz bir kişiyi sokaktan toplayıp eve getirmek zorunda kalmamızdan sebep. Arkadaşımız mesaj attı; "Gelin alın çok kötü durumu ayakta duramıyor" diye. O'na sürpriz doğum günü hazırladık falan sandı son ana kadar ve bu berbat bir şey... Bu sene kendini affettirecekti O kişi de, nerdeeee :P Hala çok seviyoruz, o ayrı :D

Daha da uzatmadan geleyim tarihte bugüne, gerisi genel değil :)

Tarihte Bugün...





11 Haziran 2012 Pazartesi

Okuribito...

"...Doğduğunda güldürdüklerini yaşarken duygudan duyguya sokmak, öldüğündeyse ağlatmak istiyordu, hatırlıydı… Bu durum doğduğunda ağlamış, yaşarken duygudan duyguya girmiş bir kişinin ölürken de gülerek gitmek istemesi ironisinden sebepliydi. İnsanın başlayamadığı ya da sonlandıramadığı o kadar çok şey vardı ki, ölürken bile aklında bunlarla ölürdü. Ciddi meseleler ve onları çözme umudu insanı yaşatan şeydi ki ölmeye yakın olduğunda da bu meselelerin çok oluşu insana acı vermekteydi..."



Geleneksel bir konuyu modern olarak ele alarak bir film yapmak kulağa oldukça zor bir işmiş gibi geliyor. İki karşıt kavramınız var elinizde ve bunların özünde aynı kapıya çıktığını hesap ederek bir iş kotarmanız gerekiyor. Bu geçmiş mayası ile geleceği harmanlamaya çalışmak değil de nedir?

Okuribito,  bu iki kavramın sinema dilinde kolayca anlaşıp kaynaşabileceğini bizlere gösterebilen bir film ki Uzak Doğu Sineması'ndaki yaşlı/usta-genç/çırak ilişkileri de bizlere hep bunu yansıtırlar. Son Samuray filminde de tüfeğe karşı elde kılıç ölüme gitmek de bu yansımanın başka bir örneğidir.

"Son Veda" anlamına gelmesine karşın izleyende birçok başlangıca sebep olabilecek aşmışlıkta bir film izlemenin verdiği hazzı daha öncesinde Damdaki Kemancı filminden de almıştım. Geleneksel olanın değişmekteki hayata giderek evrilmesi ve bir yandan reddedip, bir yandanda yetişme çabası. "Gelmeni istemiyorum ama bekle ben de geliyorum" demek ilginçliğinde kurulmuş bir düzenek bir nevi.

Filmde, kahramanımız çello çalmaktadır ki çello hüzne hizmet eden ve bizleri kazanırken, hezimete de uğratan bir çalgıdır. Yeni tınılar doğurması ölüm gibi güçlü bir sesi olduğu gerçeğini değiştirmez ki bildiğiniz bir başka gerçekte nice Nietzsche deyişinden birinde söylendiği gibi; Son randevumuz olan ölümün son iyiliği de, bir daha ölümün olmamasıdır...

Film, hayat devam ederken, koca bir davetli listesinin son vedaları eşliğinde kimi zaman dönüşlere de sahip gidişler anlatıyor bizlere. Ölümün olağan üstülüğünün kişisel oluşunu algıda seçicilik yapamayacağımız bir biçimde olağan hale getiriyor. Ölüm öğesini dışlanan karanlık taraftan alıp, aydınlığın yanına koyuyor ve bu yönüyle ölümsüzleşiyor. Ölümün ölümsüzlüğü tuhaf bir biçemde huzur veriyor ki Pür Dünya'da yoruma açık bir şekilde değindiğim "huzurda sessizlik vardır" mevzusuna, son sessizlik hali ile eşlik ediyor. Özetle, bir kişiyi inandığı yere, inandığı şekilde uğurlamak mevzu bahis ölüm olsa dahi uğursuz bir iş değildir...

Kadın: -normal bir iş bul!
Adam: -ölüm de normaldir. hepimiz bir gün ölücez, sen de, ben de...

Ölüm çok basit şekilde düşünecek olursak bizi kimi zaman hiçliğe götüren bir varoluş şeklidir ki bunun tam tersini düşünmeniz de yanlış değildir. Bismillah ya da rasgele diyerek çıkmak yola, hayrola demektir aslında...

Sonsuz olmanın bir yoludur ölüm. Sonsuz olmak sonunuz olamaz lakin. Fanilik kafidir insana ki sürekli olan her şey işkencedir. Filmde de tabutlama işi tabuları yıkarak okuribito'ya dönüşürken biz tabula rasa'ya biraz daha yaklaşıyoruz. 

Ahmet Şerif İzgören'in, içerisinde sevgi sözünün hiç geçmediğini, para sözcüğünün ise defalarca geçtiğini söyleyerek hicivlediği "Ferrari'sini Satan Bilge" kitabını okumadım. Çello'sunu satması ile hayallerinden bir hayli uzaklaştığını düşündüğü bir zamanda bilgelik dolu bir yola giren ve kahramanı "Çello'sunu Satan Umutsuz Adam" olan bu filmi ise birkaç kez daha izleyebilirim.

Ölüm temalı olmasına rağmen iyi hissettiren filmler listemin en üstlerinde yer alması, film ve belki de benim hakkımda biraz daha bilgi verebilir ki Okuribito hayatı okutabilen bir film...  

Not: "Gidişlere Yardımcı Olacak Eleman Aranıyor..."





8 Haziran 2012 Cuma

Pür Dünya...



Kirli bir dünyada temiz olmak zordur. Çünkü perdesiz gitar bile vardır, perdesiz insan yoktur. Yanlış bir yolun doğru yolcusu olmak çok şeyi değiştirir. Yoldan çıkmak ise yolsuzluktan iyidir. Tasvip edilmeyenler çoğu zaman tasvip etmeyenlerden yeğdir. Suimisal, misal değildir; Suistimal etmeyin...   

Bende fikri firar var sizde yok. Bunun tadını çıkarın, bokunu çıkarmayın. Bazen uçun havalarda da ayaklarınızı yerden kesmeyin. Çok sıkı dostlar edinin ama onları sıkmayın. Onlara kanka da demeyin. Yalan bir dünyada kanka, canca diye yazılmıyor zira...

Tersnameleri çok severim. Huzurda sessizlik vardır ama her sessizlikte huzur aramayın derim. Durmayın, dünyayı ters çevirin; Göğün yüzündeki çizgiler, yer yer yüzünüzdeki çizgilerden çok daha derin. Maceraya atılmak için dünyanın durmasını beklemeyin. Güneşli bir gecede denizdeki yıldızların göğe batışlarını izleyin...

Bir anlamı var mıdır dünyayı örnek alarak kıbleye dönmenin. Dünya dik durduğum yer kadardır, diz çöktüğüm yer kadar değil. Kafanızın dönüyor olması ya da güzel olması neyi değiştirir. Dünyanın her hali kafanızın içinde ya da geçmişte bir yerlerdedir...

Raskolnikov için Dunya'yı feda etmeyin. Bekleme dönemleri geride kaldı diye de düşünmeyin. Solda duran şu iki cümle biraz derin. Anladıysanız aklınıza değer verin. Anlamadıysanız başkalarının aklına yer verin. Aklımın odalarındaki küçücük bir deliğe gizlenip de, aklınızı peynir ekmekle yemeyin. Kendinizi aşağılamaya da bir son verin.

Şirin dünyanızda dalgınlığınız bile dağınıktır sizin, toplamakla zaman kaybetmeyin. Fazla kalacak değilim  zaten, çok da dert etmeyin. Dünyahret acım olmayın bana bir söz verin; Ölün söz vermeyin, ölün sözünüzden dönmeyin...

Kanayan bir yaranın kabuk bağlaması al bir kandırmacadır. Gamsız dünya yeniler kendini, yenilir, eskir, eskitir. Makamını değiştirmesi neyi değiştirir. Plağın bozuk olması dönmesine engel değildir. Dünyayı kurtarmayı boş verin, kendiliğinizi kurtarmanız dünyalara bedeldir... 

yazılsa roman olur hayatınız da
siz hikayeden yaşarsınız
kalabalıklaşırken sürekli eksilir dünya
siz alabalıklaşırsınız
acılı dünya tatlılarısınız hepiniz
sancılı sanrılarınız var 
kamçılı tanrılarınız
tüm kitaplar tek bir kitabı anlamak için değildir diyen er bir dost 
önce kendini okusun
sonra da boku yesin
dünya bir yakınlıkta
kaldırmak istediğiniz bir etektir
yeni dünya düzeninde
bir ömürlük hüzünlü bir misafirlik
biraz da kafirlik
kafidir ki
dünyanın en büyük çölü
içinizdedir...

güzünü sevdiğim özge dünya,
güzme beni...

4 Haziran 2012 Pazartesi

Resimli Mutluluk Sanatı...


"İnsandım ve acıyordum mutsuz dünyaya, en acınmayacak halimle..."

Bu cümleyle başlayan bir mutluluk yazısı yazacağım 40 yıl düşünsem aklıma gelirdi elbet. Lakin böylesi bir giriş yapmak nereden geldi aklıma derken aklımdan hiç çıkmadığı geldi aklıma ki izninizle aklıma s... :P Hiç insanın aklı kendine düşman olur mu? Gördüğünüz gibi benim aklım bana düşman :D

Neyse, birgün "Mutluluğun yazısını yazabilir misin" diye, sorsalar er Dostoyevski'ye. O da; "yazarken mutlu olabilirim ama siz okuyanlar için garanti veremem" derdi  herhalde ve "yazmak mutsuzluktur, mutlu insan  yazamaz" sözü ile çelişirdi...

Önce biraz pesimist bir o kadar da beylik laflar ederek sıkıcılığın sınırlarını zorlayacağım izninizle ama anlaşalım önce; Dört küçük paragraftan ibaret olacak bu  bölümü okumazlık etmek yok :)

"Günü geldiğinde herkes mutlu bir hayat ile anlamlı bir hayat arasında seçim yapmak zorunda kalacaktır" ve anlamlı bir hayatı seçenler mutlu olamayacaklar, mutlu bir  hayatı seçenler ise mutlu hayatlarını anlamlandırabileceklerdir. Yazar, bir önceki cümlede 25 harften oluşan bir sözcük kullanmış olmanın mutluluğunu yaşayadursun,  hayatta mutlu olmak için birgün mutlaka önümüze çıkacak olan gelecek ikileminde "kalbin sesine kulak vermek gerekir" görüşünü savunmaktadır... :)

Bir insana "mutsuz musun" diye sorduğunuzda hemen o an mutsuz olacağı bir şeyler bulur! Özetle insanlar mutludurlar fakat her daim kendilerini mutsuz edecek şeyleri  ararlar ve arayan da bulur...

Mutluluğu geçmişte ararsanız umutsuz, şimdilerde ararsanız mutlu, yarınlarda ararsanız umutlu, Olaylarda ararsanız da mutsuz olursunuz. Yanlış yolun doğru yolcusu olmak  neyi değiştirir ki...

Evinizin duvarında mutluğun resminin asılı olması, sizi mutlu etmeye yetmez. Yalancı renklerle yapılan bir resim sizi anlatamaz ya da küflü peyniiir kokulu sahte  gülümsemelerle bezeli bir fotoğraf kimseyi aldatamaz...

Mutlu bölüm başlangıcı:

Mutlu bir insanım ve çocukken de çok mutluydum ben. Genel ve geçmez bir mutluluk benimkisi fakat ağlamayı bilmeyenin gülüşünden bi bok olmaz mottosuna da inanırım her  zaman. Büyümeden yaşlanılan bir çağda mutluluğu fark etmek her geçen gün güçleşirken, mutsuzluk tanımları -Umut Sarıkaya tipi olmasa da- mutluluk hakkında bilgi  verebilirler...

7 yaşına kadar İzmir'in diğer köylere nazaran tatil köyü havasında olan ve "babam ve oğlum" filmi köylerinden birinde yaşadım ben. Mutlu bir çocukluk için ne gerekirse sahiptim ki henüz 5 yaşındayken evimize, çocuklarını zındık yapmaya çalışmamdan ötürü şikayete gelen kadınların varlığından söz etmem biraz fikir verebilir sanırım. 

Argümanım da varsa çıksın ortaya, göstersin kendini inanayım :D Yıllar sonra başka bir zındık arkadaşımla okuldan çıkmış varsa kendini göstersin dediğimiz anda ortada  düşmemizi sağlayacak herhangi bir etken yokken bilmem neye takılarak düşmeye yüz tutup "Allah" dememiz ironik bir durum oluştursa da fitneyim, fücurum diye boşa  demiyorum :)

 Sonraları yanlış bir iğneden dolayı sağ bacak sinirlerimin ölmesi (felç) ve devamında Forest Gump ayakkabısının aynısından takmam Tanrı tipi mutsuzluk tanımlarındanmış  gibi gelse de kulağa, kocakarı diye tabir edilen ve bende işe yaramasından sonra büyük bir buluş haline gelen bir ilaçla iyileşmeye başlamam. Babamla eve giderken yolda  sorduğum envai çeşit soruya sabırla bıkmadan cevap vermesi. Gördüğüm bir topa vurmak istememden dolayı çizmeli kedi gözleriyle babama bakmam ve babamın "vur ulen"  demesiyle demirden destekli ayakkabının parçalanması; prangalardan kurtuluş hikayem. Bacağım yüzünden katılamadığım yakalamaca oyunlarına ilk katılışım, kimsenin  yakalayamayışı... Bunların hepsi hayata gülen gözlerle bakmamı sağlamıştır. "Uyanmak, rüyalar ülkesinden, mutsuzluğun ortasına sert ve zorunlu bir iniş yapmaktır..."  günleri bitmiş, bulutların üstüne yumuşak ve gönüllü bir çıkış sağlanmıştır artık :)

Çocukluğu mutlu geçenlerin büyüdüklerinde mutsuz olabileceklerine asla inanmam ben ki geçmişte mutluydum, şimdi mutluyum, gelecekte de mutlu olacağım dememem için bir  sebebim yok. Çok param falan da yok ki zaten mutlu olmak için paraya pula ihtiyacım da yok ki yazının sonunda mutsuz edebilecek olan şeyi yazacağım.

Mutluluğumun garanti altına alınışına dair başka bir kırılma noktası anlatayım; Küçükken yılbaşı günleri aile ve aile dostlarıyla sofra donatılırdı. Fix menüde biftek,  pilav, yığınla meze, meyve, çerez, içecek... Zayıf ama çok iştahlı bir çocuk için bulunmaz bir nimet :) Birkaç gün sonra diğer evlerde yılbaşı nasıl kutlanmış tandanslı  bir program izlediğimi hatırlıyorum.  Kağıt işçisi bir anne ve tek çocuğu, dükkandan bozma bir barınak ve fix menü kızarmış tavuk, portakal, 1 litre içecek, yanlarında da sesi bozuk ama güzel bir radyo ve mutluluğun temsilcisi gülen gözler. Mutluluk için insanın sevdiklerine ihtiyacı vardır sadece diye düşünürüm o gün bugündür. 

Yanyana getirilen kelimelerde bir sır vardır, yanyana gelen insanlarda ise bir sihir... Kolaydır mutlu olmak, zorlamaya gerek yok. Kolayına kaçarak da anlatılabilir mutlu olmak...

Hızlı bir geçişle beni en çok mutlu eden kişinin muziplikler yaparak beni uğrattığı dumurları diyalog halinde paylaşacağım son olarak. Yazıldığındaki etkisi yaşandığı  andaki etkisini vermede başarılı olabilir mi bilemiyorum ama başarmanın sırrı denemek sözcüğünün son harflerinde gizliyse mutlu olmak için de denemek gerek...

e: -canım ya biz çok güzeliz böyle yaaa!
ö: -diyosun!!!
e: dumur...
ö: :D

e: -seni çok seviyorum!
ö: -sağol!!!
e: dumur...
ö: :)

e: -aşkım seni çok seviyorum!
ö: -sen önce okulunu bitir!!!
e: oha! dumur...
ö: :J

e: -aşkımmmm, özledin mi beni!
ö: -daha dün görüşmedik mi ya!!!
e: dumur...
ö: ups :I

e: -canım biliyo musun bu hafta bizim beraberliğimizin 5. yılı!
ö: -napalım pilav mı dağıtalım!!!
e: yuh! dumur...
ö: zuaaa :)

e: -yaşlandığımızda biz de böyle olalım olur mu?
ö: -bakarız
e: dumur...
ö: :P
 
Nereye bakarsa baksın beni görsün e mi şeklinde bir umu edindikten sonra diyebilirim ki mutsuzluk benim için eşittir; O'nun olmaması durumu...

Not: Bu bir mimdi bu arada; Biricit Hatun mimledi sağ olsun :) Resimli, şekilli olması istense de ben genel geçer halleri değil, Genel geçmez halleri temelinden ele aldığımdan fazla resim, şekil neyin kullanamadım, siz kullanabilirsiniz :D

Ben de üç harflerden üçüncüsüne atfen üç kişiyi mimliyorum. Bu aralar sınav derdiyle pek yazamadığını söyleyen  üç kişiyi mimliyorum, diledikleri zaman yazma özgürlükleri olduğunu da hatırlatarak...

Konu: resimli-şekilli neyin Mutluluk yazısı :)



3 Haziran 2012 Pazar