Hayatımız bir yazı, isimlerimiz de bizden habersiz o yazıya kondurulan başlıklardır ya, mevzubahis Aziz Nesin olduğunda yazının türü tahmin edilemeyebilir ama kesin olan bir şey vardır ki; O hayat okunmaya fazlasıyla değerdir...
1. Dünya Savaşı'nın ortasına doğar üstat. Babası Abdülaziz Bey kulağına üç kere Mehmet Nusret ismini fısıldamış olsa da babasının ağzından çıkan ile üstadın duyduğu bir olmasa gerek ki yıllar sonra pek çok anlamda "Aziz" olacak fakat her anlamda "Abdül" olmayı reddedecektir.
1934 yılında soyadı kanunu çıkar ve insanlar kendilerini ilginç olduğu kadar eğlenceli de bir seçimin içerisinde bulurlar. Güzel ama pek de ayırtedici olmayan "Hacelinin Memet, Yumuk Yaşar, Codunun Ömer, Eşşekçi Hüso" tarzı ismin başına gelen lakaplar sona evrilerek, çoğunlukla soyadları olacaklardır. Herkes kendince bir seçim yapacaktır. Usta da kendi hikayesini süreçle harmanlayarak şöyle anlatır;
"1934 yılında soyadı kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri “eli açık”, dünyanın en korkakları “Yürekli, Korkmaz”, dünyanın en tembelleri “Çalışkan, Yılmaz”, gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine “Çevikel” soyadını almıştı. Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “nesin” soyadını aldım. Herkes “ne'sin” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim..." Bu noktada üstada saygıda kusur etmeyerek elimizde olsa nasıl isimler edinirdik diye sormak gerek...
Şiir yazar önceleri üstad sonra mecbur bırakır öykü yazar. Bir hikayesi vardır ki kendi anlattığı rivayet edilir; Birgün rastlantısal olarak bir şairin dinletisine denk gelir. Kürsüde uzun boylu, mavi gözlü, güzel yüzlü bir adam tok sesiyle şiirlerini okumaktadır. Bir süre dinler, önce çok etkilenir, sonra da boğulacak gibi hisseder kendini ve hemen çıkar oradan. Çıktıktan sonra yırtar atar kendi şiirlerini. O'nun gibi yazamadıktan sonra artık şiir yazmanın da bir anlamı yoktur ki hayat bu ya yıllar sonra, Moskova'da bulunmasının da getirisiyle hayran olduğu bu adamın üç vasiyetinden hangisinin geçerli olacağını seçecektir.
Bir devlet kurmayı düşlemiştir önceleri. Kendince planlar, projeler çizer. Bakar bu olacak iş değil bir şehir kurmayı olacak iş sanır. O da olmayınca bir köy der hiç değilse ve nihayetinde bir vakıf kurar. Vakfın projesini de kendisi çizer, çok yakın mimar arkadaşları olmasına rağmen.
Birgün çok yakın arkadaşı Demirtaş Ceyhun ki kendisi de mimardır, arkadaşları ile birlikte vakfı ziyarete gider. Aralarında da altmışından sonra otuzdan fazla kitap yazmış ve o dönemin çevresinde tanınmış simalarından Aydın Boysan da vardır. O dönemlerde de yeni yeni mizah anlatılarına/yazılarına başlamıştır. Sohbet faslı uzun sürer, karınlar acıkır, sofra donatılır. Derken ortamdan biri Aydın Boysan'a döner ve "bu yaştan sonra nasıl oldu da mizah yapmaya başladın, hiç çekinmedin mi" der. Boysan da hazır cevaplığıyla ün salmış ve mizah denilince akla ilk gelen isim olan Aziz Nesin gibi bir üstadın yanında bi saniye düşünmeden cevap verir; "Vakfı ziyarete ilk gittiğimde vakfın ilk binasını incelemiştim. İşte o gün Aziz Nesin bu binayı yaptıktan sonra, ben mizahta ne halt etsem olur diye düşündüm" der ve anlık bir sessizlik olur. Bu sessizlik Aziz Nesin'in kahkahası ile son bulur. Üstadın gülmesi masadaki herkesi kahkahaya boğsa da Demirtaş Ceyhun ilk fırsatta Aydın Boysan'a "Aziz Bey bunun altında kalmaz, bu seni baskılamıyor mu" der. Aziz Nesin bunu duyar ve ben onca yıl hiçbir baskıdan yılmamışım Aydın'ı mı baskılayacağım" der. Geçinilmesi zor olan bir adamdır Aziz Nesin ama böyle de güzel bir adamdır.
Müjdat Gezen'i her sabah arayıp "bugün ne kanserisin" diye sorması ile bezeli iki büyük ustanın arkadaşlığı da pek hoştur.
"Bir dönem Aziz Nesin'e yönelik tehditler artınca, oturduğu apartmanın önüne bir polis memuru yerleştirmişler ve Aziz Nesin'i korumaya almışlar.
Derken, birkaç gün sonra Aziz Nesin apartmandan çıkarken polise sormuş:
"Neden bekliyorsun burada."
Polis de: "Şu yan apartmanda Aziz Nesin diye yaşlı bir adam var; onu korumak icin bekliyorum."
Bu olaydan sonra devletten hiçbir zaman koruma istememiş...
NoT: Ustanın anlatacağım nice hali olduğundan bölmem gerek diye düşündüm :)