24 Temmuz 2012 Salı

İçimden Geçenlerde...



Çok değil, içimden geçenlerde ölü filozof ve yazarlarla adı ya/saklı bir yeraltı kütüphanesinde buluştuk. Kim var kim yok diye bir göz gezdirdim ki yok'lama yapmak fikrini kuyunun dibine atmadan önce iyi düşünmek gerekirdi; zira bunu en son deneyen hiçleme ile varlama tartışmalarının arasında sıkışarak can vermişti ki ölümsüzlerin ölmesi daha çok acı verirdi... Öz kararı bir düzine kadar aşmış ile sıradan bir yitiğin buluşması başlamıştı ki; pek çoğunun karşısında oturuyor olmam, kendi yanımda olduğum anlamına gelmez diye düşünüyordum, o halde sıçtım...

Arthur Amca aramızda hiç kadın olmamasından oldukça memnun gözüküyordu ve "bilir misiniz bir gemide kadın olması neden kötüdür?" diye, söze girerek ısınma turlarını başlattı. Ortamdaki herkes cevabı bildiğinden Cemil Meriç ki kendi semasının tek yıldızıdır, "amacım sadece karşıya geçmek ise hangi gemide olduğumun bir önemi var mıdır?" dedi ve bu sırada Gogol biraz geç de olsa aramıza katıldı, güzel paltosunu astıktan sonra masadaki yerini aldı. Benimse fark ettiğim nokta; büyük ölçüde idealist olan bu adamları, gerçekler öldürmüştü. Demek ki her gerçeğin panzehiri henüz bulunamamıştı ki öte yandan da gerçekler, bu dünyanın en boktan şakalarıydı...

Ben tıfıl olduğum ve dahası içmeyen bir meze canavarı olduğum için çilingir sofrasını hazırlamak bana düşmüştü. Kaldı ki yorumlama konusunda hepsi birer maymuncuk olan bu adamların yanında ben iki kıytırık teldim. Yardım etmeye yeltenen can, Can yücel, "benim nevalem burada evlat!" diyerek sol yanını gösterdi ve hemen yanımdaki Bukowski'ye göz kırptı ki yalan değil kardeş gibiydiler, Can Bukowski'ler...

Hobbes ile Locke bir köşeye çekilmiş doğaları gereği tartışıyorlardı ve bu tartışmada tıpkı savunarak avundukları argümanlar gibi kavga, barış, özgürlük, ceza, vs... vardı. İnsan, doğası gereği kendi sistemini kendi tehdit ediyordu. Çözüm meselesine gelince de soruna bir düğüm daha ekleyip, yollu oluyor ya da yolsuzluğa devam ediyordu. Neyse ki  Rousseau, bu sırada çocuklarını terk etmekle meşgul olduğundan aramızda değildi. Uzatmaya gerek yoktu; insan, doğası gereği manzarasızdı, manzaraya sızdı...

"Tanrı varsa keder yok" diye bir kitap yazacakken öldüğünü söyleyince Cioran, sofrayı bırakıp, ortamdaki diğer herkes gibi diyeceklerine kulak kestim. Herkesin ağzından çıkacak ikinci cümleye kenetlendiğini gören üstat gülümsedi ve "korkmayın yahu keder var olduğuna göre" deyince, herkesi bir gülmek aldı. Nietzsche'ye dönerek "üstadın "Tanrı Öldü" demesine atıfta bulunarak "Tanrı vardır, yoksa bile" demeseydim belki de şu an aranızda değildim" dedi. Cibran da o sırada Nasreddin Hoca hikayelerini okuyor, kendisininmiş gibi gösterebileceği kısa bir kıssa daha arıyordu.

Dostoyevski gözünü Gogol'un paltosuna dikmiş, yeraltı kütüphanesinin tozunu yutarak notlar alıyordu. Ben de bildiğiniz üzere Dunya'nın kendisini Allah Ağrısı çeken birine feda edişine oldukça bozuk olduğumdan, "umarım  kendimde onunla bu konuyu konuşacak cesareti bulabilirim" hayallerinde yüzmekteydim. "Ben sıradan bir insanım, olağanüstü değil" diye, söze girmeyi göze alabilir miydim ki? Ya da "Oblomov çok daha bir sağlam karakterdi" diye, girişsem söze, bana çıkışır mıydı dersiniz?

Gözlem yeteneğim fazlasıyla gelişmiştir ki gözlerim sözlerimi ele verseler kaç yıl yerler diye düşünürken, çok konuşanları tahtaya yazma isteğim vardı. Boş konuşmasalar da, ne de çok konuşuyorlardı. "Sen önce dinlemeyi öğren" anlara ramak kalmıştı ki, sofra aklıma geldi fakat o da ne; iki güzel adam ne var ne yok süpürmüşlerdi. Neyse ki yeraltında ve hayaliydik de istediğimiz an yeni bir zula yaratabilirdik. "Red House" elinde nevale dolu filelerle içeri girebilirdi en basitinden. Yani anlayacağınız o kadar da tıfıl değildik... 


Ruhdeşen Freud, üstatların bu davranışlarının kökenine inecek oldu da kuyu dipsizdi, o bile korktu ki ben, Jung'u severim, Freud'dan ötürü. Zaten ortam da bu konulardan bahsetmeye pek uygun değildi. Nietzsche elinde çekiciyle gelmişti; fakat doktor Breuer'in gözetiminde ve oldukça yorgun gözükmekteydi. Tek diyebildiği durdurun şu saçma müziği oldu. Wagner'e olan kini halen geçmiş değildi. Demek ki insanlar ölseler de meseleler bitmiyordu...


 "Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir." diye, kendine yakışır bir giriş yaptı, Wittgenstein. Bunu duyan Bukowski "ya da zil zurna sarhoştur" diyerek, kapıyı kendine doğru çekerek açtı ve sarhoş adım işemeye gitti. Russell ise Aylaklığa Övgü'yü yazmasına esinti olan  yapıbozumcu öğrencisine hala tepeden bakıyordu...


Daha derinlemesine bir sohbete başlanamamış, henüz herkesin kendi arasında sohbet ettiği anlar yaşanıyordu ki benim işim bitmiş, yitmiştim; sofra hazırdı. "Anlatanların yabancısıyım" diyerekten, hikayeler anlatsam,  gerçek masal'arında bana da yer verirlerdi belki ama yer almadan da yaşanabilirdi...


Pek çok aşmış da bilinçaltımın kütüphaneleri boşalsın diye beklemekteydi...

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir Güzel İnsan Mandela...



18 Temmuz 1918 - 

Nelson Mandela, hapisten çıkmıştı; dile kolay tam 27 yıl süren bir esaret hayatı sona ermişti... O'nu tanımayan herkes hayatından çalınan bu yılların intikamını alacağını, beyazların artık Güney Afrika'da barınamayacağını öngörüyordu. Hapisten çıktığı gün, kendisini dünyanın en büyük figürü haline getiren cümleler ağzından döküldükçe, bırakın dünyayı kendisiyle aynı deri rengine sahip olan yoldaşları bile hayretler içerisinde kaldılar; "intikam yok, şiddet yok..." Büyük affedici, bu söyledikleriyle tarihin en büyük figürü olmayı çoktan hak etmişti ki gerçek "ihtiyar delikanlı" da kendisiydi...

Çok yaşa sen Mandela; içimizdeki, bizi insan yapan hen kıvılcımı söndürmeye çalışanlara inat, çok yaşa...


17 Temmuz 2012 Salı

Blog Tasarımı Şakası...

Öncelikle ödüllü bir web tasarımcı olarak diyebilirim ki, tasarım çok önemlidir ama nihayetinde aslolan içeriktir. Blogumun salaş halinden ötürü, okuyamama kisvesiyle rahatsız olanların sayısı üçü beşi geçince, azıcık zaman ayırıp da güzelleştireyim istedim blogumu fakat o da ne; hemen hepinizin yakından tanıdığı İpekBöceği okuyamama rahatsızlığının da etkisiyle yorumunda "ne olur sana bi tasarım yapalım" deyince "oh" dedim ve bugüne kadar zamansızlıktan yapamadığım bu işi de üzerimden atmış oldum. "Tasarım bitince de blogumda "blog şakası" olarak paylaşırım" dedim ama çok geçmeden de ne kadar büyük bir hata yaptığımı anladım...

Özet geçerek ilerleyeyim, İpekBöceği çalışmalara hızla başladı; tasarımlar, kodlar derken kaç gün, kaç saat çalıştı, yirmi otuz tane tasarım gördü blog. Tabii bu arada bi kapris, bi küçümseme, bi artistlikler inanamazsınız! Ben bu yaşıma geldim böyle bir şey görmedim. Üstüne üstlük bi de para istemez mi tasarım için...  

Neyse, İpekBöceği Usta'nın başından aşağı yeterince kaynar su boşalttıktan sonra gerçeklere geçebilirim. İlk olarak ben bir web tasarımcı değilim ve yukarıda kaprisli, ukala ve artist olarak betimlediğim İpekBöceği'nin blogu tasarlama sürecinde, bu betimlemelerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını, hatta tam olarak bunlara zıt bir imaj çizdiğini  de içtenlikle söyleyebilirim. Para isteme mevzusu da pek tabii koca bir yalan :D

Gerçek şu ki; yorumunda belirttiği günden sonra günlerce çabalayarak ortaya, benim istediğimden de güzel bir iş çıkarttı. Bunu yaparken de sürekli olarak isteklerimi sordu ve katıksız yerine getirdi. Kendisine ne kadar teşekkür etsem az gelir ama çooooooooook teşekkür ediyor, tasarımla ilgili görüşlerinizi de bekliyorum :D

10 Temmuz 2012 Salı

Cenap...

"Zaman onu öldürdüğümüz için şikayetçi olmuş, müebbet yemiş; Sürekliliği de bundanmış..."

Bir zamanlar, azgelişmiş bir ülkede çok gelişmiş olmak çok şeyi değiştirirdi; fakat sonraları, insanlarının çoğunun en sevdiği şiirin "Fatiha" olduğu bu ülke az ile yetinmeye devam etti, çoğu da göremez oldu ve seçtiği ölüm metodu standart bir yoldu. Esanslı bir kıza aşık olan esaslı kahramanımız Cenap ise başta dem vurduğum bir zamanlarda kalmış, çaresizce kendine dalmıştı...

İnsan cisimleşmiş zamandı ve kahramanımızın zamana olan inancı Tanrı'ya olan kadardı. Tanrı'ysa onun için sıkı bir tanrıtanımazdı. Bu söylediği büyük bir günah olabilir ya da bazılarınızı şoka uğratabilirdi ancak çok ilgi çektiğinden devamı yazılan bir günah defterine sahip olduğundan, bu durum, O'nun için çok da fena değildi. Laf aramızda, kendine inancı olmayan birine inanmasını da bir zahmet beklemeyin, özellikle de bekleme odalarınız Azrail tarafından tutulmuşken...

Kahramanımız Cenap, büyümeden yaşlanan bir neslin hımbıl bir üyesiydi. Pek yakışıklı değildi lakin çirkin olduğu da söylenemezdi; hatta kirli sakalına ve her daim gittiği berberinin hiçbir soru sormadan iki numaraya vurduğu saçlarına, sessizliğini ve gözlerindeki hüznü eklediğinizde karizmatik bile sayılabilirdi. Sol gözünün hemen yanında, dikkatli bakıldığında görülebilen ve sadece güldüğünde ortaya çıktığı için “göz gamzesi” adını verdiği küçük bir ben vardı. Henüz bunu fark eden olmamıştı ancak gün gelecekti ki birisi karakaşına karagözüne vurulacak ve sırf bu yüzden O’nu güldürmeye çalışacaktı.

Her bebek doğduğunda nasıl bir ailenin içine düştüğüne bakarak ağlar; kimi sevinçten, kimi de üzüntüden. Bizim Cenap da ikinci kategoriden… Dahası, babası Ayı Ekrem’in, ismini cenabetlikten kurtulamasın düşüncesizliğiyle verdiğini düşünecek olursak baba bir farkla hayata yenik başlamıştı; lakin babasının tek özelliği de mallığı değildi. Ayı Ekrem sıkı bir rejim muhalifiydi ve kilo aldıkça bu muhalefet artmaktaydı. Eritme potalarında eritilmişti ama o denizde sırt üstü yattığında küçük bir adacık gibi gözüken göbeğini Samandağ Biberi bile eritemezdi.

Hepimizin, büyüklerimizden Allah’ın her günü duyduğu “bu memleketten adam olmaz kardeşim!” cümlesini kurma sırası yavaş yavaş Cenap’a gelmekteydi. Etrafındaki herkes istisnasız olarak yırtma derdindeydi; fakat bu dertlerine tezat olarak yaptıkları tek şey, dikilmekti…

Tek yaratıcılığı hayata ayak uydurmak olan insanlardan farklı olduğunu hissediyordu ve birgün mutlaka bu farklılığını ortaya çıkaracak bir olayla karşılaşacaktı. Azgelişmiş bir ülkede olsa dahi çok gelişmenin bir faydasını göreceğine inanıyordu. Okuyordu durmadan, durdukları halde okumayanlara inat. Yazdıklarıyla da birilerinin dikkatini mutlaka çekecekti ki o günün gelmesini iple çekmekteydi de ip pamuktandı. Bir olayın hayatını değiştireceğine o kadar inanıyordu ki an geliyor, olay çıkarmamak için kendisini zor tutuyordu. Zaman durmaz koşuyorken doğru anı kim bilebilirdi ki...

Her sabah kötü bir düşçü olarak uyanıyordu, kokmaktan korktuğu için duş gördüğü uykulamalarından. Çişini yaparken dişini fırçalıyor, kıçını toplarken de pek bi numarası olmayan iki numara saçına bakıyordu. Bu seans her sabah nüans farkıyla da olsa monotonlukta birinciliği kimselere kaptırmazken, ikinci seansa darboğazından geçen, çöl sıcağında göle maya çalma sonucu oluşan bir fincan kahve salça oluyordu. Kahveye, kahvenin keçilerin keşfi olduğunu öğrendiği gün, yani basit bir ters fabl sonucu keçileşerek tutulmuştu.

Pencereden dışarıya baktığında gördüğü çok eşli manzaraya gülerek bakıyordu artık; çünkü gördükleri görmediklerinden epeyce iyiydi. Yani hiç, yoktan iyiydi! Derken...



Samimiyetine güvenerek sorum var sana ey okuyan güzel insan; Birgün bir kitap aldınız elinize, ilk sayfalarını açtınız, başladınız okumaya ve yukarıda yazanlarla karşılaştınız. Devamını okuma isteği uyanır mı bünyenizde?

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Ağlama Bebek...

Sıçtık...

Her bebek doğduğunda nasıl bir ailenin içine düştüğüne bakarak ağlar; bazısı sevinçten, bazısı da üzüntüden...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Sivas Ağıdı...



Tarih: 2 Temmuz 1993;


Bir tarafta sayıca az ama yürekli, alınları açık, ruhları tok, tertemiz ve sevgi dolu fikir adamları vardı... Son ana kadar yan yana, can cana şiirler okudular, türküler söylediler... Diğer tarafta ise sayıca çok, Allah'tan değil ama düşünceden korkan yüreksiz, acımaları olmayan, çoğu aptal ve ruhları kirli sabit zikir adamları vardı; Kana susamışlardı, içeridekiler de "kandı'lar..."


Değiştiğimizi fark etmeden dönüştük ki başladığımız yerden çok uzaklarda, olduğumuz yeri bile bilmeden sona erdik. Kafka, yüreğin yufka olsun da durdur artık şu lanet sarkacı...

Muhteşem bir bestenin mest eden notalarıydık hepimiz. Duyduk duymadık demeyin; Çalınmadık kapı bırakmadık, canımız çalındı da ses çıkaramadık...

Büyük bir rezaletin ikinci dereceden tanıklarıydık, sanığa sayıldık. Sandığımızı aradık, bulduğumuzu sandık; Sayıklamalar da fayda etmedi, yanıldık...

33 candık, kanla yıkadıkları tespihlerine boncuk ettiler hepimizi, canımızı çektiler birer birer; Yakıldık, kimse ısınmadı...