7 Ağustos 2014 Perşembe

Korsan Kitap...

...Tik tak, tik tak, tik tak; Akrebin yelkovanı bir kere daha sokmasıyla birlikte tam 59 saattir uyanığım, tam 59 saattir. Muhtemelen gözlerim, bir cadı makinin gözlerini andırıyor şu an ve kıçıma kaş, göz çizsem, eminim ki daha güzel görünür, suratımdan. Tam 59 saattir uyanığım ki 59, asal sayıların on yedincisidir ve 17 de asal sayıların yedincisidir. Ne büyük tesadüftür ki 7 de bir asal sayıdır ancak şimdiden belirtmeliyim ki; tüm bu salakça saptamaların konumuzla hiçbir alakası yok, çok, bok… Hayır, hemen korkmayın; ben şizofren değilim. Yalnızca öyle sanmanızı istedim. Sıkıcılıktan sıçıcılığa bu kadar hızlı geçebileceğimi de inanın tahmin etmemiştim.
Yıllardır beklediğim olayın, tam da beklentimin son bulduğu anda patlak vermesinin ardından, kaldığım köhne evi bulmalarının bu kadar zaman alacağını hayal edemezdim. Elbette ki çılgın kalabalıkta yalnız ve yalnızca bir yüz olduğumu biliyordum ancak, doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Neyse, birileri gelene kadar bolca zamanımız var gibi görünüyor. Aslında kendimden bahsetmekten nefret ederim ancak şimdi izninizle size bir nebze nefret kusmak isteğindeyim;
***
İnsanların çoğunun en sevdiği şiirin Fatiha, en sevdiği yabancı şarkının ise ezan olduğu az gelişmiş bir ülkede, potansiyel bir az gelişmiş olarak açmışım gözlerimi ve bir kucak görmek için epeyce beklemişim. Baştan belirteyim; 9 ay bilmem kaç gün içinde yaşadığım kadını hiç görmedim. Bu durum, şu satırları okuyorken bulunduğunuz yerin dışını hiç görmemek gibi olsa da, biraz daha farklı olduğunu söyleyebilirim.
Dahası, sütünü emdiğim kadını da hiç görmedim ve markası fark etmeksizin pastörize sütlere olan bağlılığımın, anneme olan bağlılığımdan daha fazla olduğunu piçtenlikle dile getirebilirim. Gördüğünüz üzere bazı anneler çocuklarını önce doğurur, sonra aldırır. Hemen hiçbir şeye aldırmıyor oluşum belki de bundandır. 
Sosyal Hizmetlerde belli bir süre asosyalleştikten sonra bir gün ismi Korkut olan bir amcanın beni almaya geleceği söylendi. Burada durun; sosyal hizmetleri bu kadar kolay geçebileceğimi sanmıyorum. Korkut’an günlere geri döneceğiz.
Sosyal Hizmetler dediğimden sakın ha herhangi bir hizmet falan çıkarımı yapmayın; bildiğiniz çocuklardan esirgeme kurumu işte. O günlerde, bizden esirgedikleri sevgiyi nasıl bu kadar rahat vurguladıklarını merak eder dururdum, bugünlerde öğrendim. Bu durum bana küçükken televizyonda gördüğüm Birleşmiş Milletler adına, fakir ya da savaşta olan ülkelerde erzak dağıtımı yapan kişilerin, hem üniformalarının, hem de araçlarının üzerinde “UN” yazmasını hatırlatıyor. Erzak olarak un dağıttıklarından dolayı böyle yazdığını düşünürdüm. Sonraları öğrendim ki meğer Birleşmiş Milletler’in yani United Nations’ın uluslararası kısaltmasıymış “UN”.  Aslına bakarsanız Birleşememiş Milletler’in işlevi hakkındaki düşüncem geçerliliğini halen koruyor. Bu nedenledir ki çocuklara estirme kurumunun üniforma ve araçlarında “ÇEK” yazması gereklidir ki oraya gidecek olan çocuklar, çekecekleri çileye bir nebze olsun hazırlansınlar. 
***
Yılda iki ya da bilemediniz üç kez denetim veya bayram sebepli devlet erkânının bizi göresi gelirdi. Bu günlerde yurdum çalışanlarının, bünyelerinde yer alan çocukları ne kadar sevdiklerini göstermek için yarıştıklarını ve onların bu yarışı üzerine umutlarını yatırıp da kaybeden bizleri görebilirdiniz. Danışıklı Dövüş Kulübü’ne hoş geldiniz. Bir günlük de olsa geçici bir rahatlık; Sevgi kuraklığında serap gördüren bir şefkat hibesi ve hibertesi sendromlu çocuklar…
Tam da bu noktada insanlarla hayvanları ayıran temel fark ortaya çıkar; Goril Koko dışındaki hayvanlar yalan söylemezler. Ayrıca herkesin yalan olduğunu bildiği bir yalan artık hakikattir ve hakikatler gerçekten de yalanlarla başlar.
Kendi istedikleri hayatı yaşayamayanlar, günü geldiğinde suçlayacak, dahası hınçlarını alacakları insan aramaya başlarlar ki buldukları insanlar çoğunlukla anne, baba, kardeş, eş, çocuk, patron ve genelde de Aykut Kocaman’dır.  
Soğuk yuvamızda çalışan insanların suçlayacakları kişiler arasında üst sıraları zorlamaya başladığımız günlerde daha önce yurdun kalorifercisi olan Dündar amca birden müdür oluverdi. Bizim için çok önemli bir süreci başlatan bu olayı sakın ola “hükümetin işleri işte!” deyip geçiştirmeyin. 
Bu dönemde, kaloriferler yanmıyor diye götümüz donardı lakin işin aslını bilmeyenin asla anlamlandıramayacağı biçemde yanmasını da hiç mi hiç istemezdik. Kışçı’nın  ne demek olduğunu bilmezdik belki ama öykümüzde öykünmek vardı onlara. Uykubozumunda vücudumuz soğuktan kilitlenmişse eğer güne önde başlar, tersi durumda ise daha başlamadan yenik bitirirdik. Aborjinler’in kışın bir yerden, herhangi bir yere giderlerken, köpeklerini sırtlarına bağladıklarından bihaber, uyandığımızda sırta bağlanmaya razı olurduk. Buz gibi havada işerken çıkan buharda ısınma isteğiydi bizimkisi, aman ne çocukça bir istek…
Kaloriferin işlevinin sıcak sudan geçtiğini çözerek çözülmemiz de işte bu günlere rastlardı ki bu süreç, atıl duruma düşen kalorifer peteklerinin içindeki boruların kullanım alanının oldukça geniş olmasını kavramamızla devam eder giderdi. Gördüğünüz üzere hava durumu tadında bir yaşam sürüyorduk. Yurt geneli yer yer sıcak sulu, yer yerse soğuk demirliydi. Yani bok gibiydi. 
İlk dayağımı 5 yaşımda yedim,
Mor gazozlar aktı gözlerimden,
Ağladım...
İyice dayak yemeden dayak atılamaz derler,
İlk dayağımı dışarıda, 7 yaşımda attım,
Dövdüğüm çocuk yüzünü annesinin memelerine kapatarak ağladı,
İçim çok acıdı,
Yanlarına giderek özür diledim ki
İlk ve son anne dayağımı da o gün yedim
Mor gazozlar aktı gözlerimden,
Ağlamadım...

Dündar amca, sözünde dindar bir insandı ki belki de sırf bu nedenden, o günlerden beri din bana hep dar gelir. Elli, elli bir yaşlarında bir adamdı bu. Kısa boylu, tombul ve çirkin. Tam da olması gerektiği gibiydi özetle. Geldiği yeri unutmadığından gururla bahseder dururdu ve dahası kazan dairesinin neden altta olduğuna dair, kazanmak için yanıtlı, yanıltı bir metaforu bile vardı. Ona göre kalorifercilik hiç de hafife alınacak bir iş değildi ki kendisi, kalorifer sözcüğünü bölük pörçük ederek üzerimizden cümle çıkarabilme yeteneğine sahipti. Sayesinde sabahtan akşama kadar çalıştığımız için gözümüzde fer kalmayana kadar kalori verebiliyorduk örneğin. 
Söylediğine göre anne ve babalarımız ya ezan okunurken sevişmişlerdi, ya Kur’an yırtmışlardı ya da tuvalette ekmek yemişlerdi. Kim bilir, belki de haklıydı! Onlar ekmek bulabilmişlerdi, bize de bok yemek düştü.
Bir de belletmenler vardı tabii. Psikolojik travmaya maruz kalmış polisler belletme konusunda uzman oldukları gibi, bir o kadar da azman olduklarından bu iş için biçilmiş kaftanlardı ki aslında biz piçleri biçmek için psikopolis tutmalarına da pek gerek yoktu. Aslında mesele, eğer kaloriferci müdür olabiliyorsa, psikolik polis neden belletmen olmasından ibaretti. 
Sonraları mesleki anlamda öğretmenlik eğitimi alan polisler de yediğimiz dayaklara gerek özne, gerekse öylesine bir öğe olarak konuk oldular tabii. Her geçen gün alıştırmalarına alışmaya çalışıyorduk. Hatta hiç unutmam bir tanesinin soyadı Cop’tu ki bunu duymamızla birlikte doğrusu ödümüz koptu. Çocuk dövmek kendisi için ata sporuydu. Elinde tuttuğu sinirli değneği sokacak yer arayışı; aman ne büyük bir buluş…

Polisler, polisiye dayak atmanın içgüdüsel hazzını almaktalardı,
Bense ölesiye dayak yemenin piçgüdüsel hazzını defalarca aldığımdan,
Dayağın da, 
Hazzın da 
Azı kâfi gelebilirdi…
Mor gazozlar dolsa da gözlerime
Yalnız yemediğin dayak adamı ağlatmaz
Olsa olsa güldürürdü
Ben de gülerdim
İşin kötüsü dayak atmayı bilmeyen adamın vurduğu öldürebilirdi
Polislerin çoğu da öğretmenlik eğitimi aldıklarından 
Devlet için adam dövmeye değil
Devlet için koyun gütmeye programlanmışlardı
Bu yüzden yine de dikkatli olmak gerekirdi...

Devletin tutmak istediği ancak genelde en mahrem yerlerini tutturduğu çocuklardık hepimiz. Kömür karası kışın ortasında, mahallenin en fakirinin evinde doğal bir derin dondurucuya dönmüş mutfağın en soğuk köşesinde, günlerdir birkaç arkadaşıyla bekletilen ince belli çay bardakları gibiydik. Ancak bir sonraki misafirin gelişiyle hazırlanabilecek, içimizi ısıtacak bir çayı dört gözle beklemekteydik ve bu bekleyiş; ince bellerimize uzanacak soğuk elleri ısıtmak ile ödüllendirilecekti. Zaten biz de o elleri ısıtmak için yanıp tutuşuyorduk.
Beklerken birbirimize asla sarılamayacağımızın da farkındaydık. Çünkü tüm yaşadıklarımızdan sonra artık kendimizden olanı sevememek gibi lanet bir huyumuz vardı. Hatta sarılmayı bırakın, birbirimize gerçek anlamda sokulamıyorduk ve asla sokulamayacaktık da. Çünkü ince belimizin aksine artık çoğumuz geniş ağızlıydık ve ağızlarımız bizi birbirimizden olabildiğince uzak tutuyordu. Sonuç olarak bazılarımıza kaşık konulmadan sıcak su dökülüyor ve çeşitli yerlerimizden kırılıyor, kimseye batmayalım diye de doğrudan çöpü boyluyorduk. 
***
Kırılan çay bardaklarının yerini doldurma adına, destek birimi olarak farklı yuvalara iadeli taahhütsüz biçimde gönderildiğimiz de olurdu. Yerine ulaşmayan çocuklardan kurum, elbette ki mesul değildi. İskambil destesindeki jokerler gibiydik resmen. Diğerleri ile aynı pakette olsak da hiç arayanımız soranımız olmadan rahatlıkla çıkarılıp bir kenara atılabilir ya da satılabilirdik, taksitle ya peşinen olması fark etmeden. 
Bu anlarda bazı haklarımız yok muydu; vardı elbette. Çekiliş hakkımızı sonuna kadar kullanıyorduk. Tombala pulları gibi bir minibüsün içerine konuyorduk ve gideceğimiz yere varana kadar aramızdan bazıları seçilmiş oluyordu. Tombala oyununda bir pulun çekilip, tombala kartının üzerine konduğunu değil de camdan dışarı atıldığını düşünün. Toprağa karışmamızın ne kadar az zaman aldığını bilemiyorum.  
Sineklerin ısırıklarının üçüncü dereceden müellifi olduğumuz günlerde, düştüğümüz yer yetmiyormuş gibi, Sineklerin Tanrısı’ndan bir haber, birbirimize de düşmeye başlamıştık. 0-6 yaşın taze fasulyeliğinden çıkıp, gerçek anlamıyla bilet kesilir yaşa geldiğimizde gönderildiğimiz, 7-12 yaşlar arası çalışan yurtta mecazi anlamda da biletimizin kesilebileceğini, aniden kesilen sesler ve dahası kesilen bilekler sayesinde anlamış oluyorduk.


Huzurda sessizlik vardı, ama her sessizlikte huzur aramamak gerekirdi. Tamam, insan daha doğarken ölmeye başlardı ancak yine de birazcık erken sayılırdı. Yaşam okulundan mezun olmak varken yurtsuz yere atılmak hiç de hoş değildi. ...

1 yorum:

  1. Ağzım açık mı kaldı, içim yarım mı kaldı.. Söz arıyorum ama yok bulamıyorum.. Bir solukta okudum sadece onu biliyorum.. Ne desem ki sadece bunların gerçek olmamasını sadece bir hikayeden ibaret olmasını diliyorum.. yazalı iki yıl olmuş. gerçekten dehşete düştüm hem hikaye dilinin güzelliğinden hem de hikayenin heybetinden..

    YanıtlaSil

Dostmodern Hyde Park'a hoş geldiniz :D

Bu sizin bana yazdığınız ilk yorumunuzsa, dövüşeceksiniz... Welcome the erdost club...

Yorum yazmanız beni mutlu eder, yorumunuz etmese bile...

Yaz işte be...