23 Ocak 2012 Pazartesi

Bir Başyazıt...

Önnot: kitap çeşitli makaleler içermekte olsa da kitaba ismini vermesinden de anlaşılacağı üzere aralarında en vurucu olan "aylaklığa övgü" kısmı ile başlamak istedim...

Bertrand Russell'e küçüklüğünde sıkça söylenen "şeytan hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur" sözüyle başlıyor kitap "...ve epeyce terbiyeli bir çocuk olduğum için bana söylenen her şeye inanırdım" diye, hemen ardına iliştirilen bir cümleyle de devam ediyor…

Vuruculuğu kaybetmemek adına alıntılarla gidecektim ancak tekrar okuyunca bütün makaleyi koymak en doğrusu olacak diye düşündüm :) çünkü makale gerçekten bir başyazıt...  O kadar ki bu kısacık başyazıtı okumanız çalışma hayatına ve sistemine bakışınızı gerçekten kökünden değiştirebilir...

Russell bu birikimleri bağlamında "eylemlerim vicdanımın denetimi altında olduğu halde, görüşlerim bir devrim geçirmiş bulunuyor" diyerek ne denli haklı olduğunu yazdığı hemen her satırda gözümüze sokmuştur. Dilenci hikâyesi bir gülümseme, mandal analizi ise büyük bir şaşkınlık yaratacaktır.
 
Son Not: Paul Lafargue "Tembellik Hakkı" kitabında bu analizi büyüterek işler fakat Russell sadeliğin göz kamaştırıcılığında bir eser koymuştur ortaya...



Aylaklığa övgü...



Benimle aynı kuşaktan olanların çoğu gibi, "şeytan hep aylaklara yaptıracak Bir kötülük bulur," atasözünü dinleyerek yetiştim. Epeyce terbiyeli bir çocuk olduğum için bana söylenen her şeye inanırdım; böylelikle, içinde bulunduğum ana kadar beni çok çalışmaktan geri bırakmayan bir vicdan sahibi oldum. Ne var ki, eylemlerim vicdanımın denetimi altında olduğu halde, görüşlerim bir devrim geçirmiş bulunuyor. Dünyada gerektiğinden çok çalışıldığını, çalışmanın erdem olduğu İnancının büyük zararlar doğurduğunu, modern endüstri ülkelerinde vaaz edilmesi gereken şeylerin öteden beri vaaz edilegelmekte olanlardan çok değişik olduğunu sanıyorum. Napoli'de dolaşan bir gezginin öyküsünü herkes bilir: Yattıkları yerde güneşlenen on iki dilenci gören bu gezgin (olay Mussolini zamanından önce Geçer), bunlardan en tembel olduğunu kanıtlayana bir lira vereceğini söyler. Dilencilerden on bir tanesi yerlerinden fırlayıp, liranın kendi hakları olduğunu iddia ederler, bunun üzerine gezgin de parayı yerinden kıpırdamayan on ikinciye verir. O gezgin tam yerine düşmüş. Ne var ki, Akdeniz güneşinden nasibi olmayan ülkelerde aylaklık daha zordur ve insanlara aylaklık aşılamak için yoğun bir propagandaya İhtiyaç vardır. İleriki sayfaları okuduktan sonra, y.m.c.a. Liderleri umarım ki, gençlere hiçbir iş yapmamayı aşılamak için bir kampanyaya girişirler. Eğer umduğum çıkarsa, ömrümü boşa harcamamış olacağım.

Tembellikten yana kendi savlarımı öne sürmeden önce, kabul edemediğim bir savı gidermeliyim. Geçimini yeteri kadar sağlamış bir kimse günlük işlerden herhangi birine el attığı zaman kendisine, böyle yapmakla başka birinin nafakasını elinden aldığı, Dolayısıyla bunun kötülük olduğu söylenir. Eğer bu sav doğru olsaydı, nafakamızın bol bol sağlanması için, hepimizin sadece aylak olmamız yeterdi. Böyle laf edenlerin unuttukları şey, bir insanın genellikle kazandığını harcadığı ve harcarken de başkalarına İş sağlamış olduğudur. Bir insan kazandığını harcadığı sürece, kazanırken başkalarının ağzından aldığı lokmaları en aşağı katıyla, kazandığını harcarken yine başkalarına veriyor demektir. Bu görüş açısından bakıldığında asıl kötü insan, biriktiren insandır. Eğer insan, atasözüne geçen o Fransız köylüsü gibi kazandıklarını bir çorabın içine tıkıp biriktirmekle yetiniyorsa, bu biriktirilen kazançların kimseye bir iş sağlamadığı açıktır. Eğer biriktirdiklerini bir yatırımda kullanıyorsa, o zaman durum o kadar açık değildir ve bu durumdan değişik sorunlar ortaya çıkar.

İnsanların tasarruflarıyla en çok yaptıkları şeylerden biri, tasarruflarını hükümetin birine ödünç vermektir. Çoğu uygar hükümetlerin kamu harcamalarının geçmiş savaşlar İçin yapılan ödemelerle, gelecekteki savaşlara hazırlıktan ibaret olduğu göz önüne alındıkça, parasını hükümete borç veren adam, Shakespeare'deki katil kiralayan kötü adamla aynı durumdadır. İnsanoğlunun tasarruf alışkanlığının net sonucu, parasını ödünç verdiği devletin silahlı kuvvetler gücünü artırmaktan ibarettir. Böyle yapacağına, parasını içkiye ya da kumara bile harcasaydı, kuşkusuz çok daha iyi ederdi.

Ama bana diyecekler ki, tasarruflar sınai girişimlere yatırılınca durum başkadır. Bu gibi girişimler başarı kazanıp da yararlı bir şey ürettiği zaman, bu sav haklı görülebilir. Bununla birlikte, bugünlerde çoğu girişimlerin başarısızlığa uğradığını da kimse inkâr edemez. Bu da şu demek oluyor ki, yararlı bir şey üretme uğrunda kullanılabilecek büyük bir insan emeği, üretildikleri zaman boş yatan ve hiç kimseye hiçbir hayrı dokunmayan makineler üretme uğrunda harcanmıştır. Bundan ötürü, tasarruflarını ilerde iflas eden bir girişime yatıran adamın, kendi kadar başkalarına da Zararı dokunuyor demektir. Eğer o adam parasını, mesela dostları için eğlenti düzenlemekte harcamış olsaydı, (umarız ki) dostları ve onlar kadar kasap, fırıncı ve içki Kaçakçısı gibi, harcanan bu parayı ellerine geçirenler de hoşnut kalırdı. Ama eğer o Adam parasını, mesela tramvaya ihtiyaç olmayan bir yerde tramvay rayları döşemeye Harcarsa, büyük bir emek yığınını, bu emeklerin kimseyi hoşnut edemediği kanallara aktarmış olur. Gelgelelim, yatırımın başarısızlığa uğraması yüzünden bu adam yoksul Düşerse, ona hak etmediği bir talihsizliğin kurbanı olmuş gözüyle bakılır, parasını İnsanseverlik yolunda harcayan hovarda ise, budala diye, hafifmeşrep diye hor görülür.

Bütün bunlar sadece bir girişten ibaret. Gayet ciddi olarak şunu söylemek isterim ki, modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer.

Önce: çalışma nedir? Çalışma iki çeşittir: birincisi, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan maddenin durumunu, böyle başka bir maddeye göre değiştirmek; ikincisi de, başkalarına, yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan bir maddenin durumunu, böyle başka bir maddeye göre değiştirmelerini söylemektir. Birinci cins çalışma tatsızdır ve az para getirir; ikinci cins çalışma ise tatlıdır ve çok para getirir. İkinci cins çalışma çok çeşitlidir: emir verenler yanı sıra, ne gibi emirler verileceği konusunda akıl verenler de vardır. Genellikle, iki insan grubu tarafından aynı anda, birbiriyle taban tabana zıt iki cins akıl verilir; buna da siyaset denir. Bu cins çalışma için gerekli marifet akıl verilecek konu üzerinde değil, mesela reklamcılık gibi, inandırıcı konuşma ve yazma sanatı üzerinde bilgi sahibi olmaktır.

Amerika'da değilse bile, bütün Avrupa’da, bu her iki cins işçi sınıfından çok daha fazla saygı gören üçüncü bir sınıfa mensup insanlar vardır. Bunlar, toprak mülkiyetini ellerinde bulundurmak yoluyla, yaşama ve çalışma hakkını kendilerine bir imtiyaz diye verdikleri başka insanlardan bu imtiyazlara karşılık para alanlardır. Bu toprak sahipleri aylaktırlar, bu bakımdan, benim onlara övgü düzeceğim sanılabilir. Ne yazık ki, bunların aylaklığı ancak başkalarının emeği sayesinde mümkün olabilmektedir; gerçekten de, bunların rahat aylaklığa duydukları arzu, çalışmayı öğütleyen tüm kutsal vaazların tarihsel kaynağıdır. Bunların en istemeyecekleri şey, başkalarının da onlar gibi aylak kalmasıdır.

Uygarlığın başlangıcından Endüstri Devrimi’ne kadar insan, bir kural olarak, çok çalışmak suretiyle kendisinin ve ailesinin geçimi için gerekli olandan ancak biraz daha fazlasını üretebiliyordu, hem de karısı da en aşağı onun kadar çok çalıştığı ve çocukları yetişir yetişmez emeklerini anne ve babalarınınkine kattıkları halde. Zorunlu ihtiyaçları karşıladıktan sonra artan az miktardaki üretim fazlası ise, onu üretenlere kalmıyor, savaşçılar ve papazlar tarafından iç ediliyordu. Kıtlık zamanlarında üretim fazlası olmuyordu; ama savaşçılarla papazlar yine de, başka zamanlarda olduğu kadar kazanç sağlıyorlar ve bunun sonucu olarak da birçok işçi açlıktan ölüyordu. Bu sistem Rusya’da 1917'ye kadar sürdü. Doğu'da hâlâ sürmektedir; İngiltere’de ise, endüstri Devrimi’ne rağmen, Napolyon savaşları süresince ve yeni fabrikatörler sınıfının güçlendiği yüzyıl öncesine kadar bütün şiddetiyle süregeldi. Amerika'da bu sistem, güney hariç, devrimle birlikte sona erdi. Bu kadar uzun zaman süren ve ancak yakın zamanlarda sona eren bir sistem doğallıkla, insanların düşünce ve görüşlerinde derin izler bırakmıştır. Çalışmanın istenilir bir şey olduğunu doğal karşılamamız çoğunlukla bu sistemden bize kalan bir alışkanlıktır ve alışkanlıktan doğma bu inanç endüstri dönemi öncesine ait olduğu için de modern dünyaya uydurulmamıştır. Çağdaş teknoloji aylaklığın sadece imtiyazlı sınıflara ait bir imtiyaz değil bütün toplum içinde eşit dağılan bir hak olabilmesini, birtakım sınırlar içinde mümkün kılmıştır. Çalışma ahlakı, köle ahlakıdır, modern dünyada ise köleye ihtiyaç yoktur.

İlkel toplumlarda köylüler, kendilerine kalsa, savaşçılarla papazların iç ettikleri o bir parçacık üretim artıklarından yine kendileri yararlanırlardı; bu apaçıktır, ama şurası da aynı derecede açıktır ki, köylüler kendi başlarına kalsalardı ya daha fazla tüketir, ya da daha az üretirlerdi. Başlangıçta köylülerin üretimde bulunmaları ve üretim artıklarının başkaları tarafından iç edilmesine göz yummaları, kaba kuvvet zoruyla oluyordu. Ne var ki, yavaş yavaş bu köylülerin birçoğuna, üretim artıklarının bir bölümü bazı aylakların geçimini sağlamaya gitse bile, çok çalışmanın kendileri için görev olduğunu aşılayan bir ahlak anlayışını kabul ettirmenin mümkün olduğu anlaşıldı. Bu sayede, köylüleri çalıştırmak için başvurulması gerekli zorlamanın dozu, bununla birlikte de hükümetin harcamaları azaldı. Bugün eğer İngiltere’de kralın bir işçiden fazla geliri olmaması önerilse, İngiliz işçilerin yüzde doksan dokuzunun bu öneriden dolayı tüyleri diken diken olurdu. Tarihsel bakımdan konuşursak, görev kavramı, iktidar sahipleri tarafından başkalarına kendi çıkarlarından çok efendilerinin çıkarı için yaşamaları gerektiği düşüncesini aşılamakta bir araç olarak kullanılmıştır.

Doğallıkla, iktidar sahipleri kendi çıkarlarının, insanlığın daha geniş çaptaki çıkarlarıyla özdeş olduğuna kendi kendilerini inandırarak, bu olguyu yine kendi kendilerinden saklamaktadırlar. Bazı hallerde bu doğrudur; mesela Atinalı köle sahipleri boş zamanlarının bir bölümünü, uygarlığa sürekli bir katkıda bulunma yolunda harcarlardı ki, böyle bir şey adil bir iktisadi sistemde mümkün olamazdı. Uygarlık için boş vakit şarttır, eski zamanlarda ise bir azınlığın boş vakte sahip olabilmesi, büyük bir çoğunluğun emeği sayesinde gerçekleşebiliyordu.

Şu var ki, bu insanların harcadığı emeğin bir değeri vardı - çalışmak iyi olduğu için değil, boş vakit iyi olduğu için. Çağdaş teknoloji sayesinde de uygarlığa zarar vermeksizin boş vakti insanlar arasında pay etmek mümkün olabilirdi.

Çağdaş teknoloji, yaşamak için herkesin ihtiyaç duyduğu şeyleri elde etmekte harcanan emek miktarını büyük çapta azaltmıştır. Savaş içinde bunun böyle olduğu açıkça görüldü. Savaş sırasında, silahaltındaki bütün erkekler, casusluk işinde, propaganda işinde, mühimmat imalatında, ya da savaşla ilgili devlet dairelerinde çalışan bütün erkek ve kadınlar üretim faaliyetlerinden çekilip alınmış bulunuyorlardı. Buna rağmen, müttefikler safındaki kalifiye olmayan işçiler arasındaki fiziksel refah düzeyi, savaş öncesi veya savaş başlarındakine oranla çok daha iyi idi. Bu olgunun önem ve anlamını maliye gizlemekteydi: ödünç alma, insanda adeta geleceğin şimdiki zamanı beslediği izlenimini uyandırıyordu. Ama kuşkusuz, gerçekte böyle bir şey mümkün değildi. İnsan içinde yaşadığı anda var olmayan bir ekmeği yiyemez. Üretimin bilimsel bir biçimde örgütlenmesi sayesinde, modern dünyanın çalışma kapasitesinin sadece bir bölümünü kullanmakla modern insan yığınlarına oldukça rahat bir hayat sağlanabileceğini, savaş, tartışmaya yer bırakmayacak kadar kesinlikle göstermiş bulunuyor. Savaştırmak ve savaş sanayiinde çalıştırmak için erkekleri serbest bırakmak amacıyla yaratılan bilimsel örgüt, eğer savaştan sonra da korunsa ve çalışma saatleri dörde indirilseydi, herkesin refahı yerinde olurdu. Hâlbuki böyle yapılacağına, o eski karmaşık sisteme dönüldü, emeklerine ihtiyaç duyulmayanlar ise işsizlik yüzünden aç kalmaya bırakıldı. Neden? Çünkü çalışma görevdi de ondan; çünkü insanın, ürettiği oranda değil, ölçüsü çalışkanlık olan erdemi oranında ücret alması gerekiyordu da ondan.

Bu, içinde doğduğu koşullarla zerrece benzerliği bulunmayan bambaşka koşullara uygulanan köle devleti ahlakıdır. Bunun felaketli sonuçlar doğurmasına hiç şaşmamalı. Bir örnek alalım. Belirli bir zaman içinde birtakım insanların çamaşır mandalı yapımında çalıştıklarını varsayalım. Bunlar günde (diyelim ki) sekiz saat çalışarak, dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayacak kadar üretim yapmaktadırlar. Birisi çıkar, aynı sayıda işçinin aynı çalışma süresi içinde öncekinin iki katı mandal yapmasını sağlayan bir buluş kor ortaya. Ama dünyanın iki kat fazla mandala ihtiyacı yoktur; mandallar zaten o kadar ucuzdur ki, daha ucuza satılsa bile daha fazla satın alan olmayacaktır. Aklı başında bir dünyada olsa, bu durumda, mandal yapımıyla uğraşan herkes sekiz yerine dört saat çalışır, ama bunun dışında her şey yine eskisi gibi yürürdü. Gelgeldim, içinde yaşadığımız dünyada böyle bir şey ahlak bozucu sayılır. İçinde yaşadığımız dünyada insanlar hâlâ sekiz saat çalışmakta, gerektiğinden çok sayıda mandal yapılmakta, birtakım insanlar iflas etmekte ve mandal yapımında çalışan işçilerin yarısı işten atılmaktadır. Bunun sonunda yine öteki planda olduğu kadar boş vakit kalır insanlara, ama bu sefer insanların yarısı çok fazla çalışırken, öbür yarısı tüm aylaktır. İşte, nasıl olsa kalacak boş vakit bütün insanlık için bir mutluluk kaynağı haline getirileceğine, bu şekilde ne yapılıp edilip evrensel bir sefalet kaynağı haline getirilmektedir. Bundan daha büyük bir delilik düşünülebilir mi?

Yoksul insanların boş vakitleri olması fikrini zenginler öteden beri nefretle karşılamışlardır. 19. Yüzyılda İngiltere’de erkekler için günlük normal çalışma süresi on beş saatti; çocuklar genellikle on iki saat, ama çok kere de yetişkin erkekler kadar çalışırlardı. Ukala işgüzarlar bu çalışma saatlerinin çok fazla olduğu fikrini ileri sürdükleri zaman onlara, çalışmanın yetişkin erkekleri içkiden, çocukları da yaramazlıktan alıkoyduğu söyleniyordu. Çocukluğumda, şehirli erkek işçilerin oy hakkını kazanmasından az sonra, resmi tatil günleri yasalaşınca, üst sınıflar çok kızdılar. Yaşlı bir düşesin şöyle dediğini hatırlıyorum: "tatil yoksulların nesine gerek? Onlar çalışmak zorundadır." Gerçi zamanımızın insanları bu düşes kadar açık yürekli değiller; ama aynı duygu onlarda da güçlüdür ve bu duygu, içinde bulunduğumuz iktisadi keşmekeşin esas kaynağıdır.

Çalışma ahlakı anlayışın bir an için açık yüreklilikle, kör inançlara bağlı olmaksızın
Düşünelim. Her insan hayatında ister istemez belirli miktarda bir insan emeği ürünü tüketir. Çalışmanın genellikle tatsız bir şey olduğunu kabul edersek, insanın kendi ürettiğinden fazlasını tüketmesi adaletsizliktir. İnsan doğallıkla, mesela hekimlikte olduğu gibi, mal yerine hizmet sağlayabilir; ama ne olursa olsun, yediğine ve başını bir çatı altına sokmasına karşılık bir şey sağlamalıdır. Çalışmanın ancak bu kadarı bir görev sayılmalıdır; ama ancak bu kadarı.

SSCB dışındaki bütün modern toplumlarda pek çok kimsenin, daha doğrusu, mirasa Konan veya zenginle evlenenlerin hepsinin bu asgari çalışmadan bile kaçtıkları gerçeği üzerinde uzun uzadıya durmayacağım. Bu gibilerin aylak kalmalarına izin verilmesi olgusunun, işçilerin ya gerektiğinden çok çalıştırıldıkları ya da aç bırakıldıkları olgusu kadar zararlı olmadığı kanısındayım.

Sıradan işçiler günde dört saat çalışsalardı hem her şeyden herkese yetecek kadar bulunurdu, hem de ortada işsizlik kalmazdı - tabii, ufak çapta da olsa, aklı başında bir örgütün bulunduğu varsayılarak. Bu fikir, hali vakti yerinde olanların hiç hoşuna gitmez, zira onlar, yoksulların boş vakitlerini nasıl kullanacaklarını bilmedikleri inancındadırlar. Amerika'da erkekler çoğunlukla, halleri vakitleri yerindeyken bile uzun saatler çalışırlar; bu gibiler, işsizlik denen o gaddarca ceza dışında, işçilerin boş vakitleri olması fikrini öfkeyle karşılarlar. Gerçekten de bunlar boş vakti kendi oğullarına bile çok görürler. Ne gariptir ki, oğullarının çok çalışmasını isterlerken ve bu yüzden oğullarının uygarlık öğrenmelerine yetecek kadar bile boş vakit bulamazken, bu adamlar karılarıyla kızlarının hiç çalışmamasına aldırış etmezler. Hiçbir iş yapmayanlara duyulan ve aristokratik toplumlarda her iki cinsi de kapsamı içine alan züppece hayranlık, Plütokrasilerde yalnız kadınlara duyulabilir; ama böylesi bile, bu hayranlığın sağduyuya sığdırılabilmesine yetmez.

Kabul etmek gerekir ki, boş vaktin, akıllıca kullanılması bir uygarlık ve eğitim sonucudur. Bütün ömrünce çok çalışmış bir adam birdenbire boş kalsa sıkılır. Ama önemli miktarda boş vakti olmayan insan da en iyi şeylerin birçoğundan yoksun kalır. Halk yığınlarının bu yoksunluğu çekmesi için artık hiçbir neden kalmamıştır; artık hiç gereği kalmadığı halde aşırı derecede çalışmakta direnmek, ancak budalaca ve çoğunlukla başkası hesabına katlanılan bir çilekeşlik ruhuyla mümkündür. Rusya'da yönetime egemen olan yeni inançta Batı’nın geleneksel öğretilerinden çok değişik bir sürü şey bulunurken, hiç değişmeden kalmış bazı şeyler de vardır. Yönetici sınıfın, özellikle de eğitim propagandasını yürütenlerin emeğin erdemi konusundaki tutumları, dünyada egemen sınıfların "namuslu yoksullar" dediğimiz insanlara öteden beri Aşılaya geldikleri tutumun tıpatıp aynıdır. Çalışkanlık, uyanıklık, uzak çıkarlar uğruna uzun saatler çalışmaya razı olma, hatta yetkeye boyun eğme, bütün bunlar SSCB’de yeniden ortaya çıkmaktadır; üstelik SSCB’de yetke hâlâ evrenin hâkiminin iradesini temsil etmektedir, yalnız şimdi buna yeni bir ad verilmiştir: diyalektik materyalizm.

Rusya'da proletaryanın kazandığı zaferle, başka ülkelerde feministlerin kazandığı
Zafer arasında bazı ortak noktalar bulunmaktadır. Yüzyıllardan beri erkekler, kadınların manevi üstünlüğünü kabul etmiş ve iktidar konusunda kendilerinden aşağı durumda bulunmaları yönünden de onları, manevi üstünlüğün iktidardan daha değerli olduğu savıyla avutmuşlardır. Feministlerin öncüleri, erkeklerin erdemin değeri konusunda kadınlara söylediklerinin hepsine inandıkları, ama siyasal iktidarın değersizliği konusunda söylediklerine inanmadıkları için, en sonunda feministler, kadınların her ikisine de sahip olması gerektiğine karar verdiler.

Fiziksel çalışma bakımından buna benzer bir şey Rusya’da gerçekleşmiştir. Yüzyıllarca, zenginler ve zenginlerin çanak yalayıcıları "namuslu emek" üzerine övgüler düzmüşler, basit yaşayışı övmüşler, yoksulların cennete gitme olasılığının zenginlerinkinden çok olduğunu aşılayan bir dini öğretmişlerdir. Ve genellikle, tıpkı kadınların cinsel köleliklerinden özel bir soyluluk kazandıkları fikrine erkeklerin onları inandırmaya çalışmaları gibi, bedenleriyle çalışan işçileri, maddenin uzaydaki durumunu değiştirmenin onlara özel bir soyluluk kazandıracağı fikrine inandırmaya çalışmışlardır. Rusya'da, bedenle çalışmanın üstünlüğü konusundaki bütün bu öğretiler ciddiye alınmış, bunun bir sonucu olarak da bedenle çalışanlar başka herkesten fazla yüceltilmişlerdir. Bu durumu canlandırma yolundaki girişimler ruh bakımından aynı olmakla birlikte, amaç bakımından değişiktir: bu girişimlerin amacı, özel işlerde çalıştırılacak fedai işçiler yetiştirmektir. Şimdi gençlerin önüne konulan ülkü bedensel çalışmadır ve bu ülkü bütün ahlak öğretilerinin temelini meydana getirmektedir.

Şimdilik, bütün bunlar belki de yararlı olabilir. Doğal kaynakları zengin, koskoca bir ülke gelişmeye hazırlanmaktadır ve borç almadan gelişmesini tamamlamak zorundadır. Bu koşullar içinde çok çalışmak zorunluğu vardır ve bu çok çalışmanın ödülü de büyük bir olasılıkla, görülecektir. Ama uzun saatler çalışmak zorunda kalınmadan herkesin rahat edebileceği noktaya ulaşılınca ne olacaktır?

Batı'da, bu problemle uğraşmak için çeşitli yollar vardır bizim elimizde. Bir iktisadi adaleti gerçekleştirmeye kalkışmadığımız için tüm ulusal gelirin büyük yüzdesi, nüfus içinde büyük bir bölümü hiç çalışmayan küçük bir azınlığa gider. Üretim hiçbir şekilde bir merkezden yönetilmediği için, sürüyle gereksiz şey üretiriz. Nüfusun bir bölümünü gerektiğinden çok çalıştırmak suretiyle geri kalanların emeğinden vazgeçebildiğimiz için, çalışan nüfusun büyük yüzdesini aylak bırakırız. Bu yöntemler yetersiz kalınca da savaş çıkarırız: havai fişekleri ömründe ilk kez görmüş çocuklar gibi, bir kısım insanlara yüksek güçte patlayıcı maddeler yaptırır, bir kısmına da bunları patlattırırız. Bütün bu düzenleri bir araya getirerek, sıradan insanların kaderinin çetin bir bedensel çalışma olduğu fikrini, güç de olsa yaşatmayı beceririz.

İktisadi adalet ve üretimin merkezden yönetilişi dolayısıyla, Rusya’da bu problem ister istemez değişik bir biçimde çözülecektir. Zorunlu ihtiyaç maddeleri ve temel rahatlıklar herkese sağlanır sağlanmaz bu problemi çözmek için başvurulacak akıllıca yol, daha fazla boş vaktin mi, yoksa daha fazla mal üretiminin mi tercih edileceği konusunda her aşamada halkoyuna danışılarak, çalışma saatlerini derece derece azaltmak olurdu. Ama çok çalışmanın erdem olduğu bir kere aşılanmış bulunduğuna göre, içinde boş vaktin çok, çalışmanın ise az olduğu bir cennet hedefine yetkililerin nasıl ulaşabileceklerini kestirmek zordur. Yetkililerin durmadan yeni planlar ortaya atarak, böylece, kazanılmış boş vakti gelecekteki verimliliğe feda edecekleri daha büyük bir olasılık gibi gözüküyor. Geçenlerde Rus mühendislerinin hazırladıkları ustalıklı bir planla ilgili yazılar okumuştum; bu plan, Karadeniz’in ortasına bir baraj oturtarak Akdeniz'le Sibirya’nın kuzey kıyılarının iklimini ılımanlaştırmak amacını güdüyordu. Hayranlıkla karşılanacak bir plan gerçi, ama aynı zamanda emekçilerin en soyluları Kuzey Buz Denizi’nin buzlu alanlarıyla tipileri arasında çalıştırılırken, proletaryanın rahatını daha bir kuşak geciktirecek bir plan. Böyle bir şey, eğer gerçekleşirse, bu, çok çalışma kavramına, artık çok çalışmaya ihtiyaç duyulmayan bir tembellik düzeyine ulaştıracak araçtan çok, kendi başına bir amaç gözüyle bakmanın sonucu olacaktır.

Gerçek odur ki, maddenin bir bölümü varlığımız için zorunlu olduğu halde, maddeye durmadan biçim ve yer değiştirmek hiç de insan hayatının amaçlarından biri değildir. Eğer öyle olsaydı, kanal açma işinde çalışan her ameleyi Shakespeare’den üstün tutmamız gerekirdi. Bu hususta bizi yanlış yöne sevk eden iki neden vardır. Birincisi, yoksulların hallerinden hoşnut olmalarını sağlama zorunluluğudur ki, bu zorunluk binlerce yıldan beri zenginleri, çalışmanın erdem olduğu konusunda vaaz vermeye -kendileri bu hususta erdemsiz kalmak için ne gerekirse yaptıkları halde- sevk etmiştir. İkincisi de, yeryüzünde meydana getirebileceğimiz hayret edilecek değişikliklerden haz duymamıza sebep olan, yeni, makineleşme zevkidir. Bu iki güdünün hiçbiri, bedeniyle çalışan işçi üzerinde bir etki uyandırmaz. Bedeniyle çalışan işçiye, hayatının en iyi bölümü üzerine ne düşündüğünü soracak olsanız, size şöyle söylemesi olasılığı pek yoktur: "bedensel çalışmadan zevk duyuyorum, çünkü bedensel çalışma bana, insanoğlunun yapabileceği en soylu işi yaptığım duygusunu veriyor, ayrıca insanoğlunun üzerinde yaşadığı gezegeni ne kadar değiştirebildiğini düşünmek de hoşuma gidiyor. Gerçi bedenimin belirli süreler içinde dinlenmeye ihtiyacı var ve ben bu ihtiyacı elimden geldiği kadar gidermek zorundayım, ama yine de en mutlu anlarım, sabah olup da çalışmaya başladığım anlardır, zira ruhumu doyuran kaynak çalışmadır. " Bedenleriyle çalışan işçilerin böyle bir şey söylediklerini hiç duymadım. Onlar çalışmaya hangi gözle bakılması gerekiyorsa o gözle, yani, geçimlerini sağlamanın zorunlu bir koşulu gözüyle bakarlar ve duyabilecekleri mutluluğu da serbest saatleri içinde bulurlar.

Denilecektir ki, aylaklığın azı iyidir, ama insanlar yirmi dört saatte topu topu dört saat çalışsalardı, günlerini nasıl geçireceklerini bilemezlerdi. Bu görüş modern dünyada geçerli olduğu oranda, uygarlığımız için bir yüz karasıdır; bu görüş daha önceki dönemlerin hiçbirinde geçerli olamazdı.

Eskiden kaygısızlığa, oyuna bir yer vardı; verimlilik fikrine bir dine sarılır gibi bağlanılması, insanlar arasında kaygısızlığın da, oyunun da yerini bir dereceye kadar daraltmış bulunuyor. Modern insan her şeyin, o şeyin kendisi için değil de, başka bir şey uğruna yapılması gerektiğine inanıyor. Mesela ciddiliği hayatlarında hiçbir vakit elden bırakmayan yaratılışta olan insanlar, durmadan, sinemaya gitmeyi kötülemekte ve bize, sinemanın gençleri suç işlemeye yönelttiğini söylemektedirler. Ama buna karşılık film yapımıyla ilgili her türlü çalışma saygıyla karşılanmaktadır, çünkü bu çalışmalar para getirmektedir. İstenilir eylemin, kâr getiren eylem olduğu anlayışı her şeyi tepetaklak etmiştir. Size et sağlayan kasap, size ekmek sağlayan fırıncı övgüye değer kişilerdir, çünkü bunlar bu işlerden para kazanırlar; ama bunların size sağladığı besinleri siz sadece çalışmak için güç kazanmak amacıyla değil de, bunun yanı sıra sırf yemek zevki için de yiyorsanız, hafifmeşrebin birisiniz demektir. Daha genel söylersek, para kazanmak iyi, para harcamak kötü sayılmaktadır. Para kazanmakla, para harcamanın bir alışverişin iki yönü olduğunu düşündüğümüz zaman, birinin iyi, ötekinin de kötü sayılması çok saçmadır; o zaman insan, anahtarların iyi, anahtar deliklerinin kötü olduğunu da savunabilir. Mal üretiminde eğer bir erdem varsa, bu erdem, o malın tüketilmesinin sağlayacağı üstünlükten gelmelidir.

Toplumumuzda birey, kâr için çalışır; ama onun çalışmasının toplumsal amacı, ürettiği şeyin tüketilmesi olmak gerekir. Çalışkanlığı artırıcı etkenin kâr sağlamak olduğu bir dünyada insanların duru bir biçimde düşünebilmelerini zorlaştıran şey, bireyle toplumsal üretimin amacı arasındaki bu ayrılıktır işte. Bizler üretimi gerektiğinden değerli, tüketimi de gerektiğinden değersiz tutarız. Bunun bir sonucu olarak da, eğlencenin ve basit mutluluğun önemini çok küçümser, üretimin değerini tüketiciye verdiği hazla ölçmeyiz.

Çalışma saatlerinin dörde indirilmesini önerirken, geri kalan bütün vakit ille de saçma sapan şeylerle harcanmalıdır demiyorum. Dört saatlik çalışmanın bir insana, yaşamak için gerekli ihtiyaç maddeleriyle rahatlıkları sağlayabilmesi ve insanın geri kalan zamanını dilediği gibi kullanabilmesi gerektiğini söylemek istiyorum. Böylece herhangi bir toplumsal sistemde eğitimin şimdikinden daha ileriye götürülmesi ve eğitimin kısmen, boş vakitlerini akıllıca kullanabilmelerini mümkün kılacak zevk inceliklerini insanlara kazandırmayı hedef alması esastır. Zevk inceliklerinden söz ederken de sadece "âlimane" sayılan şeyleri anlatmak istemiyorum. Kuş uçmaz kervan geçmez uzak köşeler dışında köylü dansları ölmüştür, ama bu dansların işlenmesini, mükemmelleştirilmesini sağlayan güdüler insan doğasında hâlâ var olmalıdır. Şehir insanlarının zevkleri nitelik bakımından çoğunlukla edilgin hale gelmiş bulunuyor: Sinema seyretmek, futbol maçlarını izlemek, radyo dinlemek vb. Bunun nedeni de, şehirlilerin bütün enerjilerini çalışmada tüketmeleridir; eğer daha çok boş vakitleri olsaydı, şehirliler yine eskiden olduğu gibi, bizzat kendilerinin etkin rol oynadıkları eğlencelerin tadını çıkarırlardı.

Geçmişte ufak bir aylak sınıf, büyük bir çalışan sınıf vardı. Aylak sınıf, toplumsal adalet açısından hiç de hak etmediği imtiyazlardan yararlanıyordu; dolayısıyla bu sınıf ister istemez baskıya yöneliyor, nefret uyandırıyor ve imtiyazlarını haklı gösterecek kuramlar icat etmek zorunda kalıyordu. Bu olgular aylak sınıfın mükemmelliğini büyük çapta azaltmış, ama bu gerilemeye rağmen, bizim uygarlık dediğimiz şeyin hemen hemen tümünü bu sınıf yaratmıştır. Sanatı geliştiren, bilimleri bulan bu sınıftır; bu sınıf kitaplar yazmış, bu sınıf felsefeler ortaya atmış ve toplumsal ilişkileri bu sınıf inceltmiştir. Hatta baskı altındakilerin kurtuluşu bile genellikle yukarıdan aşağı doğru gelişmiştir. Aylak sınıf olmasa, insanlık barbarlıktan hiç kurtulamazdı.

Bununla birlikte hiçbir görev taşımayan aylak sınıfta, aylaklığın babadan oğula geçmesi yöntemi olağanüstü denecek kadar zararlı olmuştur. Bu sınıfa mensup olanların hiçbirine çalışkanlık öğretilmediği gibi, bu sınıftan olanlar bütünüyle olağanüstü bir zekâya da sahip değildiler. Bu sınıftan bir Darwin çıkmış olabilir, ama Darwin'in karşısına da tilki avından ve yasak yerde avlananları cezalandırmaktan daha zekice hiçbir şey düşünemeyen on binlerce eşrafı koymak gerekir. Aylak sınıfın rastgele ve bir yan ürün olarak sağladığı şeyleri zamanımızda üniversiteler sözüm ona sistemli bir yoldan sağlamaktadır. Bu büyük bir ilerlemedir, ama bunun da kendine göre bazı geriletici yanları vardır. Üniversite hayatı genel olarak dünyada yaşanılan hayattan o kadar değişiktir ki, akademik bir ortamda yaşayan kimseler sıradan erkeklerle kadınların düşünce sorunlarının farkında olamamaktadırlar; üstelik akademik ortamda yaşayanların kendilerini anlatış tarzları, niteliği dolayısıyla, genel halk yığını üzerinde fikirlerinin gerektiği gibi etkili olabilmesini sağlayamamaktadır.

Üniversitelerin noksanlarından biri de, burada araştırmaların örgütlü oluşu dolayısıyla, özgün bir araştırmada bulunmak isteyecek bir insanın cesaretinin kırılması ihtimalinin büyük oluşudur. Bundan ötürü akademik kuruluşlar yararlı olmakla birlikte, kendi duvarları dışında kalan herkesin yararlılıktan uzak amaçlar peşinde koştuğu bir dünyadaki uygarlığın çıkar bekçiliğini yapmaya yetersizdirler.

Hiç kimsenin günde dört saatten çok çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada bilime meraklı olan herkes aç kalmadan bilimle uğraşabilecek; her ressam, tabloları ne kadar mükemmel olursa olsun, aç kalmadan resim yapabilecektir. Genç yazarlar, anıtsal eserlerini verebilmek için iktisadi bağımsızlıklarını kazanmak kaygısıyla önce geçim sağlayacak ıvır zıvır eserler vererek dikkati çekmek, neden sonra anıtsal eserlerini verme zamanı gelince de hem böyle büyük eserler verme iştahını, hem de yeteneğini kaybetmiş bulunmak zorunda kalmayacaklardır. Meslek çalışmaları sırasında iktisat ya da yönetimin herhangi bir evresine ilgi duyanlar, üniversiteden olan iktisatçıların eserlerini çoğunlukla gerçek yönünden noksan bırakan akademik çalışma yönteminin bağlayıcılığı bulunmaksızın, kendi fikirlerini geliştirebileceklerdir. Tıp adamlarının, tıbbi gelişmeleri öğrenecek kadar zamanları olacak, öğretmenler kendi gençliklerinde öğrendikleri ve aradan geçen zaman içinde gerçeğe uymadıkları meydana çıkmış olabilecek şeyleri alışılagelmiş yöntemlerle öğretebilmek için kendilerini parçalarcasına çabalamak zorunda kalmayacaklardır.

Hepsinden önemlisi, sinir bozukluğu yerine, yorgunluk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşama sevinci bulunacaktır. Zorunlu çalışma, boş zamanları zevkli kılmaya yetecek kadar olacak, ama bitkinlik yaratacak kadar olmayacaktır. İnsanlar boş zamanlarında yorgun olmayacaklarından sadece edilgin ve yavan eğlenceler istemeyeceklerdir. İnsanların hiç değilse yüzde biri, meslek çalışmaları dışındaki vakitlerini şu ya da bu cins bir kamu yararını hedef tutan çalışmalara ayırabilecekler ve bu çalışmalar geçim sağlamak kaygısıyla yapılmadığı için de, özgünlüklerinin karşısına çıkacak hiçbir engelle karşılaşmayacakları gibi, yaşlı üstatların koyduğu ölçülere uymak zorunda da kalmayacaklardır. Ama aylaklığın üstünlükleri sadece bu gibi özel durumlarda ortaya çıkmakla kalmayacaktır.

Sıradan erkeklerle kadınlar, mutlu yaşama fırsatı elde edeceklerinden daha sevgi dolu olacaklar, kendi görüşlerine uymayanlara daha hoşgörüyle ve daha az kuşkuyla bakacaklardır. Kısmen bu nedenle, kısmen de savaş uzun ve zorlu çalışmaları gerektireceğinden, savaş isteği ortadan kalkacaktır. İyi huyluluk, bütün törel nitelikler içinde, dünyanın en çok ihtiyaç duyduğu bir niteliktir ve iyi huy, çetin çabalarla dolu bir hayatın değil, rahatın, güvenlik duygusunun bir ürünüdür. Modern üretim yöntemleri hepimize rahat etme ve kendimizi güvenlik içinde duyma olanağını verdiği halde, bizler bunun yerine, bazı insanların aşırı derecede çalışması, bazılarının da açlıktan kıvranması yöntemini seçmişizdir.


Şimdiye kadar hep, tıpkı makinelerin bulunmadığı zamanlarda olduğu gibi bütün enerjimizi ortaya koymayı sürdürdük; yaptığımız budalalıktı, ama sonuna kadar da budalalıkta diretme için hiçbir neden yok ortada…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Dostmodern Hyde Park'a hoş geldiniz :D

Bu sizin bana yazdığınız ilk yorumunuzsa, dövüşeceksiniz... Welcome the erdost club...

Yorum yazmanız beni mutlu eder, yorumunuz etmese bile...

Yaz işte be...