Kahramanımız klasik bir İstanbul çocuğuydu. Yani İstanbullu değildi… Memleketindeyken uygarlığın inşasına dair inatçı düşünceleri vardı. Keçi mi keçi uygarlığın ise onun inşasına dair daha kuvvetli, tipleştiren ve daha doğru söylemle sıradanlaştıran bir düşüncesi olduğuysa tartışmasızdı…
Tuvalette kitap okuyarak hepimizin vatandaşı olduğumuz dünya memleketinin içine sıçanlara inat bir duruş sergilemekteydi, mutluydu… Hatta tuvaletin kapısı okuduklarından dolaylı yarattığı aforizmik kalıntılarla örülmüştü ancak insan olsun ya da olmasın örümceklerden korkmaktaydı…
Otobüslerde de kitap okuyor ve notlar alarak ülkesini yokuşa sürenlere inat bir sürüş sergiliyordu, huzurluydu… Hatta otobüsün gelecekteki yerine dair bir makalesi bile vardı. Ne gariptir ki gelecek kaygısı, yaşıtlarından bir hayli farklı olarak bu bağlamda ilerlemekteydi…
Eritme potalarına basket atma heveslisiydi önceleri, genişti... “Belki iyi, belli kötü” düşüncelerle doluydu aklı. Hatta Kürt Sorununa parmak basmaya kalktı da parmak izi hemen her yere dağıtıldı. Antimonik bir hale büründü kişiliği, çatışma kaçınılmazdı.
İktidarları da Venedik’e benzetmekteydi ve Venedik ise bir gün mutlaka sular altında kalacaktı, umutluydu... Hatta şunu bilmekteydi genç yaşında: “Venedik’te sefaletin gizlenmesi çok kolaydı; pislik içindeki ve bakımsızlıktan rezil konumdaki semtler arka sokaklar tarafından saklandığı için, gondola binenler bunları hiçbir zaman görmüyorlardı. Bunun görülmesi içinse fazlasıyla merak ve uğraş gerekiyordu ki başımızda merak edilecek onca sahne ve onca sahte uğraş varken gerçek uğraşlara ayıracak vakit bulamıyor, mecburen de iktidar gondolunda kendimize yer arıyor, sıradanlaşıyorduk…”
“Dışlayana takar içlenir, içleyene kanar dışlanırsın” sözünün sahibi ve cisimleşmiş haliydi, sıradışıydı… Tarzı olan insanları yön ediyordu kendine. Onlara âşık olacak kadar kör değildi de aşık atmaya da bir hayli meyilli görünmekteydi. Kendi olmalıydı, sıranın dışında olmak istiyordu, sıraya kaynak yapmaya da hiç mi hiç hevesli değildi. Uygarlık inşa edecekti ki bu yüzden ilkin kendisi her türlü afete dayanabilmeliydi.
Bilmek ve de olabilmekti hedefi, bilmezliklerinin yüzme öğrenemeden boğulmalarını istemekteydi, “caniydi”. Ehil olmak istiyordu, evcil olmak değildi hedefi. Donanım çemberini geniş tutmaktı çabası ama sürekli olarak bilgisine vergi istenmekteydi ve denmekteydi ki bu da dokuncası. İşte bu dokuncadan sebep kendisine, uygarlığı inşa edecek insanların ihtiyaç duyduğu zamanı yaratma görevi yaptığı iş fark etmeksizin dayatılmıştı. Tam bir “Hayat Adamlığı” idi yaptığı artık ve sıranın dışında olmak isterken aslında sıra ona gelmişti. Sırra kadem basmaksa imkânsızdı.
Akıl tutulması hal ekini vücuduna takıntı etmemek istiyordu, “saftı”... Kimi zamanlar için “akılcı” kimi zamanlar içinse “akla karşı” denebilirdi ya, kahramanımız da dönemlerin bu yapılarından ne birisini tamamen kabul ne de diğerini tamamen reddettiği anlamının çıkarılmasına karşı bir duruş sergiliyordu. Popülerleştirme ile kabul ettirilenin -ne olduğu fark etmeksizin- doğru olduğu fikrine şüpheyle yaklaşıyor, hal böyle olunca da kabul edenden de ettirenden de ve özellikle de “pratikçilerden” uzaklaşıyordu.
“Akıldışı” romantik çağlarından birinde sol örgütlerin içerisinde tanınıp yükselmekteydi, çıkarsız bir fütursuzdu… Teorik gelişimini oldukça ilerletmiş, pratikte de yer alıp, teori ile pratiği hayallerine dövmüştü. Sonrasında, düzen içinde düzen karşıtı olmanın kendisine daha uygun olduğunu gördüğünde ise içini bir boşluk kapladı. Artık teoriye daha yakın pratiğe ise daha uzaktı. Bir yandan da içerisinde Pollyanna ile Murphy mantıksızlık evliliği yapmış gibi bir his taşıyordu. Oysa Don Kişotluktu benimsediği! Ama anlatmak ne mümkün ve anlaşılmaya çalışmaksa ne kadar acıydı…
İnsanda insanın her hali vardı, gizliydi… Bunları ortaya çıkarmak içinse kişinin karşısına olayları çıkarmak yeterliydi. Olaylar insanların olgularını belirlerdi, olgularsa artık birer refleksten ibaretlerdi. Olgunluk olguların süzgecinden geçmekti ancak süzgeç delik herkesler de artık empatikti (!) kahramanımızınsa en büyük korkularından biri “değersizleşmekti”. Değerler ise çoktan diğerleşmişti…
Yaşam bir labirent teorisi, kahramanımız kobay, tanrıysa bir “laboranttı” ve bu yüzden belki de bu dünya başka bir yerin cehennemiydi... Farkında olmanın verdiği acıyla çemberin içinde ya da dışında kalmama çabasıydı onunki de ama çember kürkçü dükkânıydı. İçeride ya da dışarıda kilitli olduğun fark etmezdi ve özetle anahtarsızlık başa belaydı. Özgür olmak istiyordu, karşılıklı bağımlılıklarından kurtulmak ama her özgürlük başka bir özgürlükle karşılıklı bağımlıydı. “Her tutsak bir gardiyan bulur başında, her gardiyan da bir mahkûma tutsaktır aslında” demek işten değildi.
Eğer tanrı olmasaydı da ben böyle bir insan olurdum diyordu ve bu cümleden sonra ölümsüzdü… Üretim hatası olduğu kaçınılmaz bir yargı haline gelmeye başlamıştı. Yer altı kütüphanelerinin birinde doğmuştu, yeraltına olan yakınlığı da sanırım buradan gelmekteydi. Yeraltı edebiyatından etkilenmiş olacak gecelerin fark yaratmak açısından en verimli zamanlar olduğunu düşünüyordu. Kendisi değil ama üretim hatası olmasına sebep hemen bütün düşünceleri ve ilkeleri gece doğmuştu, tanrısızlıksa en beğendiydi…
Fark yaratmak isterken anlaşılmak da istiyordu, işte bu imkânsızdı… Anlaşılmak isteği daimi bir ihtiyaç olmasının yanı sıra çoğu zaman da onay beklemekti ve tek kelimeyle acizlikti. Çoğunluğun aksine anlaşılmanın değerli bir şey olduğu fikrine -anlaşılmak istemesine rağmen- hiç mi hiç katılmıyordu ki bu ve bunun gibi katılmazlıkları toplumu anlamasına yol açıyordu. Toplum anlaşılmış olmanın haliyle anlamlı olduğunu düşüne dursun kahramanımız toplumun aksine anlaşılmaya çalışmayacaktı, fark yaratanlar da çoğu zaman anlaşılamamıştı. Ancak bu cümlede geçtiği kadar kolay bir şey değildi. Günü geldiğinde herkes mutlu bir hayat ile anlamlı bir hayat arasında seçim yapmak zorunda kalacaktı ve anlaşılmak anlam kazanmaktı ama bu durumda mutluluk anlamsızdı. Aşabilmek için anlaşılamamak şart olan bir ibareydi, anlaşılmaksa yalnız olmamak demekti. Kahramanımız da tanrılığın yalnızlıkla ilgili emareleriyse yavaştan görülmeye başlanmaktaydı ki bazı yalnızlıklar haysiyetti.
Doğduğunda güldürdüklerini yaşarken duygudan duyguya sokmak, öldüğündeyse ağlatmak istiyordu, hatırlıydı… Bu durum doğduğunda ağlamış, yaşarken duygudan duyguya girmiş bir kişinin ölürken de gülerek gitmek istemesi ironisinden sebepliydi. İnsanın başlayamadığı ya da sonlandıramadığı o kadar çok şey vardı ki, ölürken bile aklında bunlarla ölürdü. Ciddi meseleler ve onları çözme umudu insanı yaşatan şeydi ki ölmeye yakın olduğunda da bu meselelerin çok oluşu insana acı vermekteydi. Hal böyleyken kahramanımız da, yarının olmama şansı yok diyerekten gününü yaşamaktaydı ancak bu trafikte yalnız değildi ve ne kadar iyi bir sürücü olursanız olun kaza yapma şansınız her zaman vardı. Kaza yapmayan insansa hiç trafiğe çıkmamış demekti…
Her insan gibi o da bir mucizeydi ve gerçekleşebilmesi için umudu kesmek gerekliydi. Kahramanımız çok şey olabilirdi ancak hiçbir şey olamayacaktı. Çünkü hayat ona, tuhaf bir serüven ve çok karmaşıktı… Gitmek istiyordu, kaçıp kurtulmak ve tabii bir de hatırlanmak ama yol tuttu, deniz tuttu, hava tuttu, akıl tutuldu, mazereti çok gücüyse yoktu… Her insan bir kompozisyon, ismiyse o kompozisyonun başlığıydı… Başlangıcın sonuna doğru gelindiğindeyse hayatın ne olduğunu dillendirmek de kahramanımızın ne ya da kim olduğunu ya da kompozisyonunun adını anlamaya bizi biraz daha yakınlaştıracak ve arkası yarınlara bir geçiş olacaktı… Özetle de kahramanımız böyle bir hayatta kompoze edilmiş bir ölümlüydü…
· Hayat, doğumla ölüm arasındaki süreçti, bir bakımdan araftı...
· Hayat, “cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalıktı”, salgındı…
· Hayat, hayalin ufak bir çizgiyle son bulmuş haliydi, gerçekti…
· Hayat, yazım hatalarıyla dolu güzel bir dizge, çatışkısal bir özgeydi, güzeldi…
· Hayat bir harf karışıklığıydı, hayta bir hataydı...
· Hayat, imza atılan boş bir kontrattı, tek taraflı feshedildi…
· Hayat, en iyi özgün senaryoydu, ahududu ödülü aldı…
· Hayat, Erol Zavar kadar suçsuzdu, müebbet yedi…
· Hayat, çabuk bitmesin diye yavaş yenmesi gereken bir yemekti, en tatlı acıydı…
· Hayat, size hiç sahnelenmeyecek bir oyunun bitmek bilmez provasıydı, tutmadı…
· Hayat, çok çalıştıktan sonra ölüme yatılan bi uykuydu, herkes de kimse, uyurgezerdi…
· Hayat, hüzün makamından hüzündüren bir şarkıydı, dinlendi ve bitti…
· Hayat, birini kovalıyoruz zannedip kovalandığımızı anladığımız akıllı bir filmdi, defterdi…
· Hayat, go oyununu satranç gibi oynamaya çalışmaktı, yenilmekti…
· Hayat, rüzgârdan açılan bir kapıydı, sert kapatıldı…
· Hayat, Maxim Tsigalko’nun attığı bir goldü, şaşırtmamalıydı…
· Hayat, Pandora’nın kutusuydu, boku çıktı…
· Hayat, üstümüze üstümüze gelmekteydi, belki de yolumuz tersti…
· Hayat, bugün anlamlı olanın yarın anlamsız olmasıydı, değişen, değiştiren, tükenen, tüketendi ve gerçekten çok karmaşıktı…
· “ Ve hayat -ki canına tak etmişti- sus dedi artık ve ben de dedim ki; tamam tamam sustum…”
Ha-yatmışsın; ha kalkmış: Hayat, dikeyken kırılganlığı, yatayken ezilgenliği artıran optik bir kaymaydı.
YanıtlaSilDoğru olsan ok, eğri olsan yaysın; Eğrildiğin kadar doğruysan da hayatsın...
YanıtlaSil