29 Mayıs 2012 Salı

Susma...

kırık dökük bir öykü gibiyim
bilmem nereden başlamalı
üzerimde susamsız gevrek kadar sevimsiz bir gevşeklik
içimden geçen bir cümle içinde
öyle bir haldeyim ki
diğer hallerim görseler halimi
mutlu olurlar,
fuzuli sebepli...

kuşkusuz sulu bir suskunluk
ağız kuruluğunda bir gürültüye bırakırken yerini
ender bir dost
fetva vermeye yüz tutmuş dili
önce susar yeni yetme bir çırak gibi
sonra sustalı bir bıçak gibi kesip sesleri
geveze susmalara kulak kesmeli,
bir ressam gibi...

suskun bir vatoz gibi uyur beter bir düşman
rüyasında susar
altına işer
pas tutar sözden silahlar
sumak kadar tuhaf bir baharat gibidir susmak
tüyü bitmemiş büyülü dilimde tüy biterken
tek çaredir,
susarak konuşmak...

artık çocuk değiliz
susarak da konuşabiliriz
müzelik bir oyun gibi
dırdır eden bir bilmece
konuşunca gündüz olurum
susunca gece
iki heceli devşirme bir cüce gibi
kötüceyim, iyice...

25 Mayıs 2012 Cuma

Şey...

ederinizin ne olduğu fark etmeksizin
kederinizden neşe çıkarmaktır benim işim
belki bir dalgacı mahmut değilim
ateşli bir kızılderiliye her an isim olabilecek
enstrümantal bir şarkının uyaksız sözleriyim diyelim...

fişi çekilmemiş bir ütünün endişesiyim
dokunan yanar
keyfime değmeyin
ateşe düşüp yalana sarılırsınız diye
cennetten önceki son çıkışı pek severim...

ateşten cennetimden bakarken
dibimin manzarası fena gözükmez
kazanları kaldırmamı istemeyin
içerim yanıyor,
dışarım serin...

ilahi dante
beni bile güldürür
iyi olmak öyle dediği gibi iyi değil
arada kalmaksa düpedüz kötüdür
ateşimden geçin, güzelleşin...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

3 Nokta 1 Çok Yüz...



Paraşüt açılmayınca söylenen şarkılar gibiyim. Mutlu yaşamanızı sağlayamam belki ama mutlu ölmenize yardım edebilirim. Zeka parıltısı falan da beklemeyin. İyi kalbim kötümser bugün, yüzüm de çirkin. Yüzüme gülüp suratımı duvara sürtmeye de artık bir son verin...

Devrik bir cümle içinde geçmesi adınızın, hayatınızdan bir sahnedir. Yavaşlatılmış çekimde tekrarını izlemeniz neyi değiştirir. Her hiç ayrıntıda gizlidir ki rüzgar estiğinde önce ot sonra su tepki verir. Şemsiye açılmayınca da sebep yek değildir. Ters açıdan bakıldığında yüzsüz Murphy güzel Pollyanna ile evlidir...

İnsan ise biraz üç noktadır ve pek tabii üzerinde taşıdığı sorumluluk diğerlerine nazaran fazladır. Beklentiler fazlasıyla artmışken zirvede kalmak imkansızdır. Soyut konuşmalarda kendini somuta sayan da insandır fakat o anda saydam adamın yüz hali kaçınılmazdır...

Bir üretim hatasının zamanlama hatası yapması, devamlılık hatasını beraberinde getirir ki bu bir hata değildir. Yorumsal düzlemin eğik olmasıysa standart sapma saplantısına yüzü dönük, ucu açık bir bıçaktır. Görüldüğü üzere anlamsız cümleler yasal iken anlamlı cümleler yasaktır...

Yoğrulmaktan yorulan bir hamur, şekle girer önce ve yenilir sonra. Tadı tuzu olmasa, yüzü gözü ekşitse de olur. Bitmeyen bir günün özlü sözü yarının olmama şansı yoktur. Varı yoğu yolları birleştirmek olan bir adam kadar yolsuz olmak vardı ya, hımbıla da mazaret çoktur...

Güzler kadar pürüzsüzdür yüzüm. Gözümde, gözden düşen yaprak misali yapay bir su birikintisi. Ağlasam tanrı sanır yağmura tapan bir kaç yüz kişi. İyiliksever bir narsistin günlüğünde gizlidir tüm dualar. Okumak serbest, anlamak yasak. Sınav yakınmış, sorular tuzak; Şarapça öğrensem iyi olacak...

"Hoş kal, en az kendin kadar" diyerekten havalı bir terkediş; önden söylenen bir sonsöz ya da kurşuni renklerden bir serzeniş. Hiç eskimemiş düşsel bir özge gülüş, yüzü de pek güzelmiş. Yaklaşan dipsiz bir gecenin sorduğu çok heceli biraz da melankolik bir bilmece; belki kötüce de belli iyice...

sen ne dilersen dile,
hepsi olsun
ama ne dilersen dile,
bensizliği bile...

18 Mayıs 2012 Cuma

Sil* Baştan Başlamak Gerek Bazen...

Öncelikle, madem ki bu benim ilk mimlenişim "biz yanlış yapmayız, yaparsak da silmeyiz" diyerek neo-racon bir giriş yapmam uygun olacaktır... (Abarttım belki ama mazur görün dikkatli yazmaya çalışıyorum)

Mim, üçharflerden üçüncüsü...

Ayrıca şu an beni mimleyen Mimma-Mia'nın amcasının oğlunun karısının abisinin anasının kocasının torunlarının güzel yüzlerini, minik ellerini merak etmekteyiz :P

"Backspace to the future" anlarda söylenenecek çok sözüm var ki backspace+delete olmadan yazılan bir yazı da ağlamadan ayrılmak gibi bir şeydir. Fazla beklentiye girmemek gerekir ki iyisi mi öncelikle şu tuşları bi yerlerinden sökeyim; Körebe anlar başlasın...

Geçenlerde "hayatla altta kalanın canı çıksın oynamak" gibisinden bir şeylerden bahsetmiştim ya "metaforik mode on" biçemde hayatın üstüne fazla düşmediğimi fark ettim. O ise zamanında tadına fazlaca baktığım tazyikli su gibi bir şey. Başlarda has... cümleler kurdurtsa da sonrasında kendinizi tuhaf bir şekilde mutlu hissediyorsunuz, yüzünüzde ablak bir gülümseme derken yumurtakafanız çatlamamış yerinde duruyor...

Neyse size yeni oyunumuzdan bahsedeyim azcık; Japon Kale Lades... Buzdolabımızın igloo bölümünde kalan son dondurmayı, üç kişilik dondurmaya açlar ordusundan kimin yiyeceğine karar verebilmek için bulduğumuz yöntem. Japon Kale, ikiden çok kalenin ve her kaleye sahip bir ya da daha fazla oyuncunun birbirleriyle yaptığı maç şeklidir ki bizim oyunumuzsa bunun bildiğiniz lades usulü... Ünidersitede de kart çekerdik ya da oynardık ya bulaşık, temizlik, gece alışverişileri, vs... için. Aynı o hesap! Bu arada Japon Kale de öyle bir oyundur ki kişilik analizi yapabilirsiniz. Mülayim dediğiniz adam Emre Belözoğlu oluverir bir anda ki kupa görmüş masum bir Fenerbahçeli'yim :D

Sonra, oyun başladı, aklımdaların sayısı henüz artmıştı ki yumurta cin kafa ben yaklaşık üç metreden Eser çocuğa bir minder fırlattım, garibim de refleks ile tuttu. Lades dediysem de sayılmadı tabii. Güldük eğlendik, bende de ne kafa var falan derken aradan on saniye geçmemişti ki "Özge kız" şu telefonları içeri götürür müsün diye elime iki zımbırtı tutuşturuverdi. Suratımın kıpkırmızı kesilmesi ile duyduğum nalet lades kelimesi arasında bir saniye bile yoktu. Olaylar olaylar...

Zaten bi tabu oyunu yüzünden düştüydüm dile de Orhan Veli olaydım da düşeydim çukura demekteydim. Bi de "bende de ne kafa  var" derken takılıverdik oltaya... Unutulmaz anlar bilmem kaç :D,

Şimdi aklıma gelen bir şeyi de mim dayatısıyla eklemeliyim. Bugünlerde "Vedat Minör olaydım, yemeklere konaydım" deyip duranlar var, ben de günlük falınız olayım; para çıkış noktanız olabilir... ;)

Not: Bu yazı yaklaşık 17 dakikada ve hiç silinmeden yazılmış olup bazı kişiler aşağıda "çok konuşanlar" benzeri bir liste ile mimlenmiştir efendim :)








15 Mayıs 2012 Salı

Top Artık Yuvarlak Değil, Küreseldir...




Başımızda onca sahte sorun varken gerçek sorunlara ayıracak vakit bulamıyor, bulanıyorduk...

3F ve benzerleri vardı önceleri. Fado, Fiesta, Futbol, Faşizm, Fanatizm, Fuhuş, Fatima... F'nin ardına dizilen harfler değişse de etkisi pek değişmiyordu ki F değişse de fark etmezdi. "İyi bir düşçü asla uyanmaz" demek ise burada farz değildi... Doğrusunu söylemek gerekirse günümüzde Futbol diğerlerini biraz öteledi. Bunu yumuşak gücün derinliği ile de ilişkilendirebiliriz fakat buna da gerek yoktur, lafı yuvarlamaya da gerek olmadığı gibi; Top yuvarlaktır, bunu herkes bilir...

Sadece futbol konuşan adamlar var bugünlerde. Sade değil ama sadece. Başımızda da onca gerçek sorun var iken hem de. Bu adamların unuttukları bir şey var ama;

 "Sadece futboldan anlayanlar, futboldan da anlamazlar..."

Futbolu çok seven biri olarak, blogumu açarken kendime söylediğim bir şey vardı; Futbol yazmayacaktım... Sözümü bozma nedenim ise trajikomik olarak futboldan bahsetmek istememek :D

Ben mahalle aralarında küreselleşme kanıtı kola kutusunu sanki kapitalizmi ezercesine ezip, onunla futbol oynayan çocukları izlemeyi özledim. Sebebi de çok basit;

Nasıl ki futbol asla sadece futbol değilse top da artık yuvarlak değil, küreseldir...




14 Mayıs 2012 Pazartesi

Yatağan Yağmurları'nda Bir Düğün...


Görkem - Nermin
ÖNAL

Çocukluk arkadaşları sizin geleceğe dönüş aynalarınızdır bir nevi. Bizim 15 yıllık ağaçlığımız da  İzmir'de önce 11 sonrasında da Görk, ben ve mantar gibi kendi kendine yetişebilen bi tıfıl Melis üçlemesine atfen 311 nolu İnciraltı-Konak otobüsünde başladı, bitmedi, bitemedi :D

Başlangıç:

Birgün bir baktım çocuğun teki, üzerinde NecatiBey Sondanbirinci Öğretim Okulu formasıyla otobüsün en arkasına geçmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Mentalist ruhumla yanına yaklaştım tabii ve bir de ne göreyim; O zamanlar çok da samimi olmadığım sınıf arkadaşımdı ağlayan ve hemen dedim "Neden ağlıyon hacı..." :P

Sonra anne ve babasının 5.3 şiddetinde geçimsizlikten boşandığından, kendisinin de bu duruma içerlediğinden falan bahsetti. Rastlantısal kadere bakın ki benim de annem ve babam aynı sene artçı sebeplerden boşanmıştı. Yani durumlarımız hemhal, otobüsümüz birdi. yani 11 ya da 311... Bu arada biz, topa vurduğumuzda, toptan daha çok bizim canımızı yakan Lescon giyer iken beyimiz  annesine nike aldırdığının ertesi günü babasına da adidas aldırmış da bir adamın acısını yaşıyordu, ps/pc sahibi idi vs... ;)

Gel zaman git zaman çok sağlam iki arkadaş olduk. O kadar ki sürekli beraber takıldığımızdan, olası yalnız görünmelerimizde diğerimizin nerede olduğunu, ölmediğini vs... açıklamak zorunda kalacak kadar da yakındık. Bir ara aramızdaki bu dostluğa şüpheci bakanlar olduysa da bir çınar gibi sapa sağlam durduk hayatta ve gölgemizde serinledi etrafımızdakiler kimi zaman... Bu arada çok sevdiğim babaannesi sürekli onun evinde toplandığımız için, torununu sömürdüğümüzü düşünüyor, dahası beni, onu ve derslerini olumsuz etkilemekle itham ediyordu. Onun gözündeki serseri imajımın silinişi İzmir Atatürk Lisesi'ni kazanmamla olduysa da o güne kadar -1 keresi çok hastayken olmak üzere- 231249229582428 kere evinden kovulmuştum :D Neyse torununun üzerindeki payının çoook büyük olmasından ve her insanın hata yapabilitesinden ötürü kendisini affetmiş bulunmaktayım zaten...

Gelişme:

Okullarımız lisede ayrıldıysa da ömürlerimizin çoğu hala bir arada geçiyordu. Çekirdeğin merkezinde biz vardık ve etrafında da epeyce arkadaşımız vardı ama bizimkisi arkadaşlıktan da başka bir şeydi...

Çok uzatmayayım farklı illerde üniversiteler kazandık, çok farklı ve sağlam dostlar edindik ama geçmişten geleceğe uzanan dostluk ötesi bir ilişki en azından bu tarafıyla bile bambaşkaydı. Dostlarımız, arkadaşlarımız çoğaldı, niceliğimiz arttı ama niteliğimiz değişmedi. Gerçekten çok sağlam, "kardeşlik" seviyesi-ötesi dostlarımız da var, bunu da eklemeden geçmeyelim... Geçsem de olurdu ki blogumu okumayanlar var aralarında :P

Gönüllerimizi çaldırdık en sonra. Ben uçtum önce, şimdi de o... 

Bir gün aradım; "2 gün sonra "çarşamba" evleniyorum, gelebilir misin" diye... Konuşmanın devamı çocukları olumsuz yönde etkileyecek davranışlara vs. girebileceği için +?...  Geldiler tabii, şahit de yazılmıştı epey önceden. Düşünceler ötesi hayalimizi  Özgece bir gerçekliğe dövdük çoooook da güzelce.

Sonra, bir gün de o aradı ve dedi ki; "Zamanı geldi..." Yatağan diye bir yer. Düne kadar akla termik santrali ile gelen ve cennetten köşe Muğla'nın yarım döşenmiş evi; Yatağan... Geceden çıktık yola. Şahit de yazılmışım, ikinci kez. İlki başka tür bi şeydi ki hiç girmeden kapıdan selamımızı verip geçelim... 

Sonuç:

Sabahki planlar ile akşam arasında epey farklılıklar olsa da bir güne onca gün sığdırıp döndük yuvamıza. Olaylar olaylar şeklinde koşarak anlatmak gerekirse dünü; Gelinin babasına "Merhabalar, Ben yalancı şahidim" dedim. Evet, şahidim de var  bunu dedim ve babanın bir anda Vito Corleone'ye dönüştüğünü gördük.  Aramızın boktan bir sebepten ve çocukluktan ötürü limoni olduğu 2 arkadaşımızla şekerleme yaptık, geçti... Sonra tanıdığımızı sandığımız bir adamı, gerçekten tanıdık; "Yol arkadaşlığı böyle bir şey olsa gerek" dedik... Komik bir adamın trajikomik olarak ticaret adamı olmaya çalıştığını ve kendi deyimiyle finansal açıdan işlerinin kötü gittiğini gördük, gülmekten battık...

Ve sonraaa kır düğünü olarak planlanan düğünün 1 saat aralıksız ağlayan tanrı sayesinde kapalı kapılar ardında gerçekleştiğini, bütün planların değiştiğini gördük, oynadık (evet, oynadık), çok yorulduk ama çok da eğlendik... 

Bu arada gerçekten de yalancı şahit oldum galiba. Nikah Defterine ismimi yanlış yazdılar. Tarih yazan bir tarihi karakter olmaya en çok yaklaştığım an buydu... Eredot!!!

Dönüş yolunda da arabayı dünya güzeli bir hatun kullandı ve bir anda da kendimizi süper lige hoşgelmiş AkHisar BelediyeSpor'un konvoyunda bulduk! "Ne oluyo len" dedik, geldik :D

Şahidim bu arada, Evet...

Not: Yukarıdaki ağlamaklı bölümleri biraz ama az biraz totolojik olarak abartmış olabilirim :P

8 Mayıs 2012 Salı

House M.D. Bitme...

"Herkes yalan söyler" mottosuna sarılmış bir din sürçmesiydi O! Dahi bir sürçük... Dahi olmasından da anlayabileceğiniz üzere Tanrı tanımazlıkta sınır tanımıyordu. Bu duruma kilise bir şeyler demeye çalışsa da sanırım Polis Şefi ile çubuk arasındaki ilişki sonrasında susmak zorunda kaldılar ki bu anda skor House:1 Tanrı:0 olarak gözükmekteydi.

Bir sorunumuz var dendiğinde "topallıyor mu" şeklinde bir cevap beklentisi oluşmuştu zihinlerimizde, topallamadığı günlerde ise eşine rastlanmaz olaylar bahse konu "Topal Şeytan" olduğunda oldukça tutarlı sayılıyordu.

Tıp ile ilgili bir dizinin bu denli geniş bir hayran kitlesi olduğu için bastonuyla Kızıldeniz'i ortadan ikiye ayırmış olması beklenebilir fakat sırrı çözmek onun için takıntı düzeyinde bir öneme sahip olduğundan Kızıldeniz biraz bekleyebilir.



Herkesin yalan olduğunu bildiği bir yalan artık hakikattir ve hakikatler gerçekten de yalanlarla başlar...

Günümüzün moda kavramları; Yalan, melankoli, öldürmeyen şey, mental, hayat... Bunlar temalı bir dizi aslında House fakat eli çok hafif, kazan dairesinde bunlar oluyor, biz ne bir ses, ne de bir acı hissediyoruz. Kimi zaman kalbimizi tutuyor ellerinde kimi zamansa beynimizi sanki bir mengeneyle sıkıştırıyor, vicodin almışçasına hayatımız amatör bir rüyaya dönüşüyoruz...

Supraliminal olarak hastalığın basit değişkenlik göstererek lupus ya da bir diğeri olmasının önemli olmadığını, asıl hastalığınsa  "homini homini lupus"*  olduğunu bizlere kapış ediyor.



Wilson- Onu sevmiyorsun çünkü Nobel ödülüne senden daha yakın...
House -Ama ben daha fazla İsveçli hatun götürdüm, şu dünyanın haline bak…
Wilson- Sadece Stockholm’de bir tatil değil, biliyorsun... Para ödülü var…
House- Gerçekten mi? herkesin şu
"barış" denen şeyin pesinde olmasına şaşmamalı...

Sözünü ettiğim "yalanların gerçekliği" yukarıdaki diyalogda apaçık görülebilir. Yansımalar kadar saydam bir gerçeklik oluşturur yalanlar ve yanılsamalar gerçekleşen yalanlardan doğarlar... 

Beyin Fırtınası yaptıkları bölümlerde artık iş ve özelin birbirlerinden ayrı tutulamayacağı gerçeğini bizlere sunarlarken, özeliş'e fonksiyonel yönelişin kaçınılmazlığı işlevsiz bir postyapısal döngüyü de beraberinde getirmektedir. Zira ne kadar hızlı koşarsak gördüklerimiz o kadar az ve de yüzeysel olacaktır...

Davranışların bilimsel argümanlar oluşturduğu yüzyıllardır bilinen bir gerçek fakat mentalist bir sömürü sublime edildikçe insan üzülmüyor da değil doğrusu. Bu noktada Housevari bir üslupla diyebilirim ki "Oy vermek çözüme yönelik bir şey olsaydı yasal değil yasak olurdu" diye-bilirim...

Ya insanlardan özür beklersin ya da onları vurursun; ikisini birden değil… (kendisini vuran kişiye)  

Bu sözleri duydukça kurgulamamak elde değil, hayatımızdada sürekli böyle olmuyor mu? Bizlere birden fazla neden söylemelerinin nedeni de duymak istediğimizi aramaktır…

İnsanlarla hayvanları ayıran şey; hayvanlar yalan söylemezler...

House M.D. çıkış imlası olarak Sherlock'u almış olsa da bence onu aldığı yerden çok öte yerlere özgün bir şekilde götürebilmiştir. Ev adresleri bile aynıdır fakat kapıyı ikisi birden açamazlar ki önce kimin açacağına yönelik yarışsalar da rağmen bağlacına rağmen House kazanır. Sherlock Holmes'a ismiyle de yakındır House. Holmes, telaffuz sorununuz yoksa güzel bir ada aksanıyla l'ye düşman kesilerek "Homes" ile aynı telaffuz edilir ki house-home kavramlarının ayrıştıkları nokta burada çok önemlidir. House sweet House...

Dizinin plasebo etkileri gibi yan etkileri de mevcut. Hapşırsanız ağzınızdan kan gelecek, gözünüz seğirse pörtleyecek, karnınız ağrısa karaciğeriniz iflas edecek sanırsınız. Sonra HouseTerk haliniz gün yüzüne çıkar da Zaytung'a haber olursunuz; House M.D. 7. sezon mezunu genç sağlık ocağında işe başladı diye! Gördüğünüz tabiri caiz olmayan rüyalar ise cabası...


House bu; Tanrı yarısı. Peh, cümleye gelin cümleniz! Amca bu; Baba yarısıdır demek gibi oldu. Yok yok, "evlilik aşkı öldürüyorsa, nişanlılık da yaralar" gibi bi şey oldu. Ne olduysa oldu, olur da birgün biterse diye "The Mentalist" zulaladığım dizi bitiyor işte.

Özetle, hastanız ve neyimiz var biliyorsun ama bizi tedavi etmek yerine kendini öldürüyorsun! Şu anda da cenazene topallayarak yürüyorsun...

Bu yaptığın çok soylu bir hareket, en sevdiğin türden; dramatik ve boşuna…

Herkes yalan söyler ve herkes ölür...



5 Mayıs 2012 Cumartesi

Hayat Çok Karmaşık: 1. Bölüm - Serüven

  
     Kahramanımız klasik bir İstanbul çocuğuydu. Yani İstanbullu değildi… Memleketindeyken uygarlığın inşasına dair inatçı düşünceleri vardı. Keçi mi keçi uygarlığın ise onun inşasına dair daha kuvvetli, tipleştiren ve daha doğru söylemle sıradanlaştıran bir düşüncesi olduğuysa tartışmasızdı…

     Tuvalette kitap okuyarak hepimizin vatandaşı olduğumuz dünya memleketinin içine sıçanlara inat bir duruş sergilemekteydi, mutluydu… Hatta tuvaletin kapısı okuduklarından dolaylı yarattığı aforizmik kalıntılarla örülmüştü ancak insan olsun ya da olmasın örümceklerden korkmaktaydı…

     Otobüslerde de kitap okuyor ve notlar alarak ülkesini yokuşa sürenlere inat bir sürüş sergiliyordu, huzurluydu… Hatta otobüsün gelecekteki yerine dair bir makalesi bile vardı. Ne gariptir ki gelecek kaygısı, yaşıtlarından bir hayli farklı olarak bu bağlamda ilerlemekteydi…

     Eritme potalarına basket atma heveslisiydi önceleri, genişti... “Belki iyi, belli kötü” düşüncelerle doluydu aklı. Hatta Kürt Sorununa parmak basmaya kalktı da parmak izi hemen her yere dağıtıldı. Antimonik bir hale büründü kişiliği, çatışma kaçınılmazdı.

     İktidarları da Venedik’e benzetmekteydi ve Venedik ise bir gün mutlaka sular altında kalacaktı, umutluydu... Hatta şunu bilmekteydi genç yaşında: “Venedik’te sefaletin gizlenmesi çok kolaydı; pislik içindeki ve bakımsızlıktan rezil konumdaki semtler arka sokaklar tarafından saklandığı için, gondola binenler bunları hiçbir zaman görmüyorlardı. Bunun görülmesi içinse fazlasıyla merak ve uğraş gerekiyordu ki başımızda merak edilecek onca sahne ve onca sahte uğraş varken gerçek uğraşlara ayıracak vakit bulamıyor, mecburen de iktidar gondolunda kendimize yer arıyor, sıradanlaşıyorduk…”

     “Dışlayana takar içlenir, içleyene kanar dışlanırsın” sözünün sahibi ve cisimleşmiş haliydi, sıradışıydı… Tarzı olan insanları yön ediyordu kendine. Onlara âşık olacak kadar kör değildi de aşık atmaya da bir hayli meyilli görünmekteydi. Kendi olmalıydı, sıranın dışında olmak istiyordu, sıraya kaynak yapmaya da hiç mi hiç hevesli değildi. Uygarlık inşa edecekti ki bu yüzden ilkin kendisi her türlü afete dayanabilmeliydi.
   
    Bilmek ve de olabilmekti hedefi, bilmezliklerinin yüzme öğrenemeden boğulmalarını istemekteydi, “caniydi”. Ehil olmak istiyordu, evcil olmak değildi hedefi. Donanım çemberini geniş tutmaktı çabası ama sürekli olarak bilgisine vergi istenmekteydi ve denmekteydi ki bu da dokuncası. İşte bu dokuncadan sebep kendisine, uygarlığı inşa edecek insanların ihtiyaç duyduğu zamanı yaratma görevi yaptığı iş fark etmeksizin dayatılmıştı. Tam bir “Hayat Adamlığı” idi yaptığı artık ve sıranın dışında olmak isterken aslında sıra ona gelmişti. Sırra kadem basmaksa imkânsızdı.

     Akıl tutulması hal ekini vücuduna takıntı etmemek istiyordu, “saftı”... Kimi zamanlar için “akılcı” kimi zamanlar içinse “akla karşı” denebilirdi ya, kahramanımız da dönemlerin bu yapılarından ne birisini tamamen kabul ne de diğerini tamamen reddettiği anlamının çıkarılmasına karşı bir duruş sergiliyordu. Popülerleştirme ile kabul ettirilenin -ne olduğu fark etmeksizin- doğru olduğu fikrine şüpheyle yaklaşıyor, hal böyle olunca da kabul edenden de ettirenden de ve özellikle de “pratikçilerden” uzaklaşıyordu.

     “Akıldışı” romantik çağlarından birinde sol örgütlerin içerisinde tanınıp yükselmekteydi, çıkarsız bir fütursuzdu… Teorik gelişimini oldukça ilerletmiş, pratikte de yer alıp, teori ile pratiği hayallerine dövmüştü. Sonrasında, düzen içinde düzen karşıtı olmanın kendisine daha uygun olduğunu gördüğünde ise içini bir boşluk kapladı. Artık teoriye daha yakın pratiğe ise daha uzaktı. Bir yandan da içerisinde Pollyanna ile Murphy mantıksızlık evliliği yapmış gibi bir his taşıyordu. Oysa Don Kişotluktu benimsediği! Ama anlatmak ne mümkün ve anlaşılmaya çalışmaksa ne kadar acıydı…
  
     İnsanda insanın her hali vardı, gizliydi… Bunları ortaya çıkarmak içinse kişinin karşısına olayları çıkarmak yeterliydi. Olaylar insanların olgularını belirlerdi, olgularsa artık birer refleksten ibaretlerdi. Olgunluk olguların süzgecinden geçmekti ancak süzgeç delik herkesler de artık empatikti (!) kahramanımızınsa en büyük korkularından biri “değersizleşmekti”. Değerler ise çoktan diğerleşmişti…
  
     Yaşam bir labirent teorisi, kahramanımız kobay, tanrıysa bir “laboranttı” ve bu yüzden belki de bu dünya başka bir yerin cehennemiydi... Farkında olmanın verdiği acıyla çemberin içinde ya da dışında kalmama çabasıydı onunki de ama çember kürkçü dükkânıydı. İçeride ya da dışarıda kilitli olduğun fark etmezdi ve özetle anahtarsızlık başa belaydı. Özgür olmak istiyordu, karşılıklı bağımlılıklarından kurtulmak ama her özgürlük başka bir özgürlükle karşılıklı bağımlıydı. “Her tutsak bir gardiyan bulur başında, her gardiyan da bir mahkûma tutsaktır aslında” demek işten değildi.
 
     Eğer tanrı olmasaydı da ben böyle bir insan olurdum diyordu ve bu cümleden sonra ölümsüzdü… Üretim hatası olduğu kaçınılmaz bir yargı haline gelmeye başlamıştı. Yer altı kütüphanelerinin birinde doğmuştu, yeraltına olan yakınlığı da sanırım buradan gelmekteydi. Yeraltı edebiyatından etkilenmiş olacak gecelerin fark yaratmak açısından en verimli zamanlar olduğunu düşünüyordu. Kendisi değil ama üretim hatası olmasına sebep hemen bütün düşünceleri ve ilkeleri gece doğmuştu, tanrısızlıksa en beğendiydi…

     Fark yaratmak isterken anlaşılmak da istiyordu, işte bu imkânsızdı… Anlaşılmak isteği daimi bir ihtiyaç olmasının yanı sıra çoğu zaman da onay beklemekti ve tek kelimeyle acizlikti. Çoğunluğun aksine anlaşılmanın değerli bir şey olduğu fikrine -anlaşılmak istemesine rağmen- hiç mi hiç katılmıyordu ki bu ve bunun gibi katılmazlıkları toplumu anlamasına yol açıyordu. Toplum anlaşılmış olmanın haliyle anlamlı olduğunu düşüne dursun kahramanımız toplumun aksine anlaşılmaya çalışmayacaktı, fark yaratanlar da çoğu zaman anlaşılamamıştı. Ancak bu cümlede geçtiği kadar kolay bir şey değildi. Günü geldiğinde herkes mutlu bir hayat ile anlamlı bir hayat arasında seçim yapmak zorunda kalacaktı ve anlaşılmak anlam kazanmaktı ama bu durumda mutluluk anlamsızdı. Aşabilmek için anlaşılamamak şart olan bir ibareydi, anlaşılmaksa yalnız olmamak demekti. Kahramanımız da tanrılığın yalnızlıkla ilgili emareleriyse yavaştan görülmeye başlanmaktaydı ki bazı yalnızlıklar haysiyetti.  

     Doğduğunda güldürdüklerini yaşarken duygudan duyguya sokmak, öldüğündeyse ağlatmak istiyordu, hatırlıydı… Bu durum doğduğunda ağlamış, yaşarken duygudan duyguya girmiş bir kişinin ölürken de gülerek gitmek istemesi ironisinden sebepliydi. İnsanın başlayamadığı ya da sonlandıramadığı o kadar çok şey vardı ki, ölürken bile aklında bunlarla ölürdü. Ciddi meseleler ve onları çözme umudu insanı yaşatan şeydi ki ölmeye yakın olduğunda da bu meselelerin çok oluşu insana acı vermekteydi. Hal böyleyken kahramanımız da, yarının olmama şansı yok diyerekten gününü yaşamaktaydı ancak bu trafikte yalnız değildi ve ne kadar iyi bir sürücü olursanız olun kaza yapma şansınız her zaman vardı. Kaza yapmayan insansa hiç trafiğe çıkmamış demekti…

     Her insan gibi o da bir mucizeydi ve gerçekleşebilmesi için umudu kesmek gerekliydi. Kahramanımız çok şey olabilirdi ancak hiçbir şey olamayacaktı. Çünkü hayat ona, tuhaf bir serüven ve çok karmaşıktı… Gitmek istiyordu, kaçıp kurtulmak ve tabii bir de hatırlanmak ama yol tuttu, deniz tuttu, hava tuttu, akıl tutuldu, mazereti çok gücüyse yoktu… Her insan bir kompozisyon, ismiyse o kompozisyonun başlığıydı… Başlangıcın sonuna doğru gelindiğindeyse hayatın ne olduğunu dillendirmek de kahramanımızın ne ya da kim olduğunu ya da kompozisyonunun adını anlamaya bizi biraz daha yakınlaştıracak ve arkası yarınlara bir geçiş olacaktı… Özetle de kahramanımız böyle bir hayatta kompoze edilmiş bir ölümlüydü…

·         Hayat, doğumla ölüm arasındaki süreçti, bir bakımdan araftı...
·         Hayat, “cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalıktı”, salgındı…
·         Hayat, hayalin ufak bir çizgiyle son bulmuş haliydi, gerçekti…
·         Hayat, yazım hatalarıyla dolu güzel bir dizge, çatışkısal bir özgeydi, güzeldi…
·         Hayat bir harf karışıklığıydı, hayta bir hataydı...
·         Hayat, imza atılan boş bir kontrattı, tek taraflı feshedildi…
·         Hayat, en iyi özgün senaryoydu, ahududu ödülü aldı…
·         Hayat, Erol Zavar kadar suçsuzdu, müebbet yedi…
·         Hayat, çabuk bitmesin diye yavaş yenmesi gereken bir yemekti, en tatlı acıydı…
·         Hayat, size hiç sahnelenmeyecek bir oyunun bitmek bilmez provasıydı, tutmadı…
·         Hayat, çok çalıştıktan sonra ölüme yatılan bi uykuydu, herkes de kimse, uyurgezerdi…
·         Hayat, hüzün makamından hüzündüren bir şarkıydı, dinlendi ve bitti…
·         Hayat, birini kovalıyoruz zannedip kovalandığımızı anladığımız akıllı bir filmdi, defterdi…
·         Hayat, go oyununu satranç gibi oynamaya çalışmaktı, yenilmekti…
·         Hayat, rüzgârdan açılan bir kapıydı, sert kapatıldı…
·         Hayat, Maxim Tsigalko’nun attığı bir goldü, şaşırtmamalıydı…
·         Hayat, Pandora’nın kutusuydu, boku çıktı…
·         Hayat, üstümüze üstümüze gelmekteydi, belki de yolumuz tersti…
·         Hayat, bugün anlamlı olanın yarın anlamsız olmasıydı, değişen, değiştiren, tükenen, tüketendi ve gerçekten çok karmaşıktı…
·         “ Ve hayat -ki canına tak etmişti- sus dedi artık ve ben de dedim ki; tamam tamam sustum…”

4 Mayıs 2012 Cuma

Altta Kalanın Canı Çıksın...


farkındalık acıydı
acının rengi kırmızı
kırmızıdan bir deniz
deniz balığa sıkıcıydı
sıkıcılıktan bir gizli özne
öznelere artık görünmek yok
yoklukla çokluk arasında boktan bir kirlilik var
varoluşsal bir düş
düşmeye yüz tutar
tutarsız bir savaş
savaşmak yasak
yasağın yasası çok
çoğumuz aç
açımız tok
tokmaktan bir hayat
hayattan bir hayaletle de nedendir altta kalanın canı çıksın oynamak…

3 Mayıs 2012 Perşembe

Hiç Haliniz Yok...



hayatınızda onlarca hal olsaydı eğer
ironik yalnızlığınız geçer miydi dersiniz
çaresiz bir cümlede yalınlığınızın hali vakti yerindeyken
harflerini karıştırmaya karar verdi sözcükleriniz
alaşırken yalandan bir aynayla gözleriniz
loş bir ışık altında
ileri sarılarak yazılan bir romandır
ne mat ne de rengarenk bir hayat
içinizden içmiş dışa dönmüş
zamansız bir soluk
yastık altında tersten bir kulluk
oltanıza takılmış umuttan bir kalp 
kim kimi çeker dersiniz...

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Sanrı...

sert sessizlerden sensiz
kimsesiz ve piç
insana karşı bir korsan
balığa tuzak bir deniz

hiç görülmemiş bir düş
tabiri caiz
nikahsız bir imam
imansız bir ölüş

eski bir tek tas
yeni bir üst tat
sanırım ki artık bizi tanımaz
varissiz bir telaşlı miras

davetsiz bir misafir
vadesiz bir elveda
dengesiz dünyada
zamansız bir zehir

bir insan neden çalışır
sebeb-i ekmek şarap ya da kim
fiyat etiketinden bir statü
bilmem ki nereye takılır

uyuyan bir güz
yastıktan bariz bir iz
ona inanmanın tek sebebi
bana dönmüş bir yüz

ölüme giden bir vapur
bir varmış bir yokmuş
gök yerle sarmaş dolaş
sonsuzluk yokuşu hep çamur

sert sessizlerden sensiz
kimsesiz sarıklı bir derviş
şımarık bir çocuk
adı çok da kendi sanki eliz...